Temelde dost olması gereken iki halk
Türkiye ve Yunanistan ilişkileri konusunda ülkemizde öteden beri hakim görüş, iki ülke halklarının pek çok şey paylaştığı, bireyler arası ilişkilerinde çoğu zaman yakınlık, hatta sıcaklığın egemen bulunduğu yolundadır. Ama bu olumlu hava sürdürülebilir şekilde siyasi düzeye sirayet etmez. Her iki ülkede gerilimden beslenen siyasetçilerin bunda payı bulunduğu, muhakkak ki akla gelebilir. Ama aramızda kalıcı barışın bir türlü gerçekleşememesinde en önemli nedenin aslında ilişkilerimizin tarihinde ve doğasında var olan karmaşıklık olduğunu teslim etmemiz gerekiyor.
İkili sorunlar
Bu karmaşıklığa biraz daha yakından baktığımız zaman adeta kaotik bir manzarayla karşılaşıyoruz. Her biri on yıllarca gerilere uzanan sorunların sayısı kalın bir katalog oluşturuyor. Bu kataloğun sayfalarını gelişi güzel çevirmeye başladığımızda ise karşımıza Kıbrıs; Ege; kara sularının genişliği; hava sahası; FIR hattı; 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması ile silahsızlandırılmış statüde olmaları öngörülen 12 Adanın silahlandırılması; Lozan çerçevesindeki Mübadele Antlaşması'nın değiştirilerek Türk vatandaşı olmayan yabancı din adamlarına vatandaşlık verilmesi ve kendilerinin Fener Rum Patrikhanesi'ne metropolit olarak atanması; Rum cemaatin bulunmadığı İznik, Bursa ve İzmir'de metropolitliklerin açılması; Lozan Antlaşması'nda azınlıkların eğitim ve dini haklarının garanti altına alınarak eşit haklar ve mütekabiliyet ilkesi kabul edilmiş olduğu halde, Yunan hükümetlerinin baş müftüyü öteden beri kendilerinin atamayı sürdürmesi; halen dört bin soydaşımızın yaşadığı Rodos Adası'nda bizim müftümüzün olmaması; Yunanistan’ın, Lozan’ı ihlal ederek Batı Trakya, Rodos ve İstanköy'de Türk azınlık okullarını kapatması; Türkiye’nin ise 2013'te Gökçeada Rum İlkokulun'u, 2015'te Gökçeada Rum Ortaokulu ve Lisesi'ni, 2017'de Aydın Hurşit Adası Yunan Lisesi'nin ve Aydın Eşek Adası Yunan İlkokulu ve Lisesi'nin açılmasını sağlaması; Mülteci Anlaşması'nın ihlal edilmesi; yasa dışı ilticacıların Yunanistan kara sularından Türkiye kara sularına geri itilmesi; Lavrion kampında teröristlerin himaye edilmesi gibi başlıklar bu kataloğun sayfalarını dolduran sorunlardan bir kısmı. Mevcut koşullarda bu sorunların hemen hiçbirinin barışçı yollardan çözülmesi mümkün değil. Çünkü Yunanistan söz konusu sorunları tanımıyor. Esas ana sorun da Yunanistan’ın bu sorunların hemen tamamını görüşmeyi reddetmesinden kaynaklanıyor.
Asimetrik azınlık hakları
Bu örnekler, iki ülke azınlıklarının Lozan ve Mübadele Antlaşması'na göre sahip olmaları gereken haklar bakımından çarpıcı bir asimetri içinde bulunduğunu gösteriyor. Türkiye’nin bu dengesiz ilişkiye hiçbir karşılık vermeden razı olması Atina’yı her zaman cesaretlendirmiş ve Ankara’ya karşı sık sık sistematik tahriklere kalkışmaya teşvik etmiştir. Yunanistan’ın Ege konusunda Vaşinton ve Avrupa başkentlerinde son haftalarda Türkiye aleyhine başlattığı diplomatik taarruz bu tür tahrik kampanyalarından biridir. Yunanistan’ın takındığı bu hasmane tavra karşı Türkiye’nin ilgisizliği ise şaşırtıcıdır. Ancak bu ilgisizlik şaşırtıcı olduğu kadar da sakıncalıdır. Çünkü gerginlik bir yerde tehlikeli bir krize dönüştüğünde dünya kamuoyu sorumluluğu Türk tarafında aramaya koşullandırılmış durumda.
Ege’deki son kriz
Aramızdaki son krize yakından baktığımız zaman gözümüze ilk çarpan olumsuzluk Yunanistan’ın Ege’deki uluslararası antlaşmaları tanımaması oluyor. Komşumuz, Türkiye ile arasındaki deniz sınırlarını tek taraflı olarak kendisi tespit etmek istiyor. Ege’de 1947 Paris Antlaşmasıyla “silahlandırılmaması” koşuluyla Yunanistan’a bırakılan 12 adayı silahlandırıyor. Son 20 yıl içinde 12 Adadan başka Ege’de Türkiye’nin kara suları içindekiler de dahil, bir çok ada ve kara parçasına bayrak dikiyor; bu ada ve kayaların kendisine ait olduğu iddiasıyla, üzerinde askeri ve sivil tesisler kurmayı sürdürüyor. Devletler Hukuku'nu açıkça ihlal eden bu fiili durumun Türkiye’yi bağlamayacağı yolunda Ankara’nın kararlılık beyanları üzerine Yunanistan, ülkemizi uluslararası kamuoyuna şikayet ederek Türkiye tarafından tehdit altında olduğunu ileri sürüyor.
Kamuoyları
Batı kamuoyu ve basını, kriz zamanları hariç, Türk-Yunan sorunları ile fazla ilgilenmiyor. Avrupa basınını bu konularda büyük ölçüde İngiltere gazeteleri yönlendiriyor. İngiltere basını üzerinde de bu konuda, esas itibarıyla İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı Rumlar ve Yunanlar etkili oluyor. Türkiye, Kıbrıs konusu dahil Yunanistan’la ilişkileri konusunda iyi bir adım attığı zaman Avrupa basınına az, adı gerginliğe karıştığı zaman ise çok yansır.
Örneğin Ege’de 10 millik hava sahası iddiasının AB ve Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) tarafından kabul edilmediğini veya dünyada, Batı Trakya’da olduğu gibi, Müslüman bir azınlığa Hıristiyan bir otorite tarafından dini lider tayin eden tek ülkenin Yunanistan olduğundan Avrupa kamuoyu tamamen bihaberdir.
Türkiye’nin iletişim stratejisi
Türkiye kendi tezlerini ve görüşlerini duyurmak için öteden beri, Batı dünyası dahil, sadece hükümetleri muhatap alıyor. Basını, gençliği, sivil toplumu, sanat çevrelerini, eğitim ve yargı kurumlarını, hatta parlamentoları adeta yok sayıyor. Bu nedenle de bilhassa muhatap kamuoylarının görüşlerinin şekillenmesinde etkisiz kalmaya devam ediyor. İletişim stratejimizde özellikle Batı dünyasında hukukun üstünlüğüne dayalı temel haklar konusunda demokratik devletlerin hassasiyeti tarafımızca dikkate alınmıyor.
Ege hava sahası ve FIR Hattı
Yunanistan Ege’de karasularını 6 mil, hava sahasını ise 10 mil olarak ilan etmiştir. Uluslararası hukuk, karasuları ile hava sahası genişliğinin ayni olmasını öngörüyor. Dolayısıyla Yunanistan'ın uluslararası hukuka aykırı bu uygulaması yalnız tarafımızdan değil ayni zamanda, yukarıda değindiğimiz gibi AB ve ICAO tarafından da kabul edilmiyor. Bu nedenle 6 ila 10 mil arasında kalan ve Ege'deki uluslararası hava sahasının önemli bir bölümünü teşkil eden alanda askeri uçaklarımızın yaptığı uçuşların ihlal olarak addedilmesi mümkün değil. Ege'deki Türk kıyılarına çok yakın mesafeden geçen ve 1950'li yıllarda Uluslar arası Sivil Havacılık Teşkilatı tarafından ihdas edilmiş bir (FIR) hattı – “Uçuş Malumat Bölgesi” – “Flight Information Region” - mevcut. FIR hattı bir egemenlik veya bir sınır çizgisi değil. Sivil Hava trafiğinin kontrolü amacıyla yapılan teknik bir düzenleme. Sivil Hava trafiği hizmetleri FIR sahasını kontrol eden sivil havacılık makamları tarafından veriliyor. FIR'lerin hukuki dayanağını 1944 tarihli Şikago Konvansiyonu teşkil ediyor. Bu konvansiyon askeri uçakları kapsamıyor. Bu çerçevede askeri uçaklar uluslararasında sivil hava trafiğinin güvenliğini dikkate alarak, hiç bir ülkenin iznini almadan uçabilirler. Bu nedenle askeri uçaklarımızın Ege'nin uluslararası hava sahasında yaptıkları uçuşları Yunanistan'a bildirmek gibi bir yükümlülüğümüz bulunmuyor. Buna rağmen Türkiye 2001 Aralık ayından bu yana Ege'ye çıkacak tüm askeri uçaklarımızla ilgili günlük bilgileri NATO aracılığı ile Yunanistan'a veriyor. Yunanistan bu iyi niyetli uygulamamıza bugüne kadar mukabele etmiş değil. Aksine bu bilgileri askeri uçaklarımızı taciz etmek için kullanıyor. Özetleyecek olursak uluslararası hukukta FIR ihlali gibi bir kavram yok. Dolayısıyla Türkiye'nin bu tür iddiaları kabul etmesi mümkün değil.
Ege Denizi
Ege Denizi zaman zaman hukuki ve teknik sorunlara yol açabilecek nitelikte karmaşık bir doğaya sahip. Bu sorunlar aslında iki ülkenin birbirleriyle büyük siyasi anlaşmazlıklara düşmesine yol açacak mahiyette olmayan güçlükler. Karşılıklı iyi niyet izharı çerçevesinde ve Lozan Antlaşması'nda kayıtlı hükümler sorgulanmadan veya bu antlaşmadaki hükümlerin değiştirilmek istendiği yolunda ithamlara gerek kalmadan çözülebilecek sorunlar. Fakat burada en ufak bir teknik sorun vahim bir bölgesel ve küresel siyasi gerginlik haline dönüşüyor; barış ve istikrarı tehdit ediyor.
Nitekim Yunanistan’ın son olarak aslında 1999’dan beri Girit’te depoda saklanacağını belirttiği Rusya yapımı S-300’leri 2013’ten itibaren konuşlandırarak, bu sene Akdeniz’de açık deniz üzerindeki semalarda NATO görevini ifa eden bir F-16 uçağımıza kilit atması bu tehlikenin ciddiyetini kanıtlıyor.
Yunanistan Başbakanı Miçotakis ve Cumhurbaşkanı Erdoğan
Bilinçli gerginlik politikası
Yunanistan’ın aramızdaki ilişkileri bilinçli şekilde gergin tutmayı hedefleyen bir strateji izlediği açık. Aslında Yunanistan’da, Ortodoks Kilisesi ve toplumun hatırı sayılır bir bölümü Yunanlıların Osmanlılara karşı 1821’de, başta Birleşik Krallık ve büyük devletlerin desteği ile başlayan bağımsızlık mücadelesinin sona erdiğine inanmıyor. Bu mücadele 1830’larda bitmiş olmasına rağmen Yunanistan, o tarihten bugüne kadar sınırlarını, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine olmak üzere, beş defa değiştirerek topraklarını genişletmeyi sürdürüyor. Yunanistan son olarak 1950’li ve 60’lı yıllarda Kıbrıs’ı ilhak ederek genişlemek istemişse de bu teşebbüs hüsranla sonuçlanmıştı. Ancak bu başarısızlık Yunanlıların hayallerine gem vurmamış, Andreas Papandreu 1990’larda yeni savunma doktrini ortaya atarak Yunanistan’a tehdidin Kuzey’den değil ayni zamanda Doğu'dan geldiğini söylemeye başlamıştı. Yunanların hali hazır sınırları dışında yer alan ve tüm Helen toprakları diye adlandırdığı coğrafyanın güvenliğinin de bu doktrine dahil olduğu yolunda bir inancın, Yunan halkının bilinç altında hala güçlü bir yer tuttuğu muhakkaktır. Üç bin yıllık bir nevi süreklilik duygusu kimliklerine ve benliklerine perçinlenmiş olan Yunanların ve Ortodoksluğun sarsılmaz dogmatizmi ışığında Yunanistan’ın ne Kıbrıs adasında, ne Ege’de Türkiye ile bir uzlaşmaya razı olacaklarını beklemek gerçekçi değil.
Venizelos ve Yunan politikacıları I. Dünya savaşından sonra Osmanlı İmparatorluğunu genişlemek ve Yunanistan’ı işgal etmek için planlar yapmakla itham ederken 1919’da İngilizlerin kışkırtmasıyla Yunanlılar bizzat kendileri İzmir’e çıkarak topraklarımızı işgale kalkıştılar. Bedeli ağır oldu. Ama bu tecrübe onlara bir ders oluşturdu mu? Böyle görünmüyor.
Yunan halkı ve Ortodoks Kilisesi, Batı dünyasının Yunanistan’ı Türklere karşı korumak için birleşerek Türkiye ile savaşacağı yolunda hayal içinde yaşamaya devam edecek. Ama Yunanlı dostlarımız bu hayal içinde yaşamaya devam ettikçe, halklar arasında bireysel dostluklar gelişse de, iki devlet düzeyindeki ilişkilerimizin rayına oturması mümkün değil.
Özdem Sanberk kimdir?Özdem Sanberk, 1938 yılında Ankara’da doğdu. 1958 yılında Galatasaray Lisesi’ni, 1962 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Dışişleri Bakanlığı’na 1963 yılında giren Sanberk, Madrid, Amman, Bonn, Paris ve Brüksel’de büyükelçiliklerinde çalıştı; OECD ve UNESCO Daimi Temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulundu. Dışişleri’nde ekonomi dairesinde çalıştığı sırada tanıştığı Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın Başbakan olmasından sonra, 1985–1987 yıllarında dış politika danışmanlığını yürüttü. Sanberk, 1987’den sonra bakanlığın merkez ve dış teşkilatlarında Avrupa Topluluğu nezdinde T.C. Daimi Temsilciliği ve Büyükelçiliği (1987-1991), Dışişleri Müsteşarlığı (1991-1995) ve T.C. Londra Büyükelçiliği (1995-2000) gibi görevler yürüttü. Özdem Sanberk emeklilik yıllarında, Türkiye ve yurt dışındaki düşünce kuruluşlarında düşünsel etkinliklere, ulusal ve uluslararası konferans ve seminerlere yönetici ve konuşmacı olarak katılım sağlamaya devam etmektedir. Sanberk ayrıca dış politika alanında yazılı, sözlü ve görsel yayın yapan ulusal ve yabancı basın organlarında konuşmalar ve yayınlar yapmaktadır. Haziran 2021'den itibaren T24'te, ağırlıklı olarak dış politika ve dünyadaki gelişmeler üzerine yazıları yayımlanıyor. |