Özdem Sanberk

27 Temmuz 2022

Kaplanın Sırtında

Zülfü Livaneli’nin “Kaplanın Sırtında” başlıklı muhteşem eseri, biri çökerken diğeri yeni doğan iki ayrı uygarlığı aynı ömür içinde  yaşayan iki kardeşin acı tatlı öykülerini ve Abdülhamid hakkında aralarındaki görüş ayrılıkları ve tartışmayı bireysel düzeyden kitlelerin oluşturduğu yurt sathına taşıyor.

Bugün hâlâ yüz yıl önceki tartışmaları yaşıyoruz

Abdülhamid hakkında ilk anılarım 1950’li yıllarda babamla halam arasında kızgın tartışmalara uzanır. Orta okul sıralarında olduğum o tarihlerde İstanbul’daki evimizde Abdülhamit adı ne zaman geçse 1895 Manastır doğumlu babam, Abdülhamid’den en hafifinden Kızıl Sultan, İblis ifadeleriyle bahsederken, ablası ise hünkardan Abdülhamid Efendimiz diye söz ettikçe kıyamet kopardı.

Mekteb-i Harbiye’den zabit namzedi olarak mezun olur olmaz Süveyş kanalı, Çanakkale daha sonra Samsun ve havalisinde Kuvva-yı Milliye’nin teşkili ve nihayet Batı cephesinde Başkomutan Atatürk ve efsanevi komutanların emrinde İstiklal Savaşı'nın tüm muharebelerine katılmış olan sert tabiatlı bir asker olan babamın saltanat ve istibdat dönemlerine dair şakalara tahammülü yoktu.

İki uygarlığı aynı ömürde yaşayan nesil

Zülfü Livaneli’nin “Kaplanın Sırtında” başlıklı muhteşem eseri, biri çökerken diğeri yeni doğan iki ayrı uygarlığı aynı ömür içinde  yaşayan iki kardeşin acı tatlı öykülerini ve Abdülhamid hakkında aralarındaki görüş ayrılıkları ve tartışmayı bireysel düzeyden kitlelerin oluşturduğu yurt sathına taşıyor. Bugün bile Abdülhamid’den nefret edenlerle sevenler arasındaki anlaşmazlık 100 yıl öncesindeki hararetiyle sürmekte. Bir bilge düşünür, tarih kitaplarının aslında geçmişi değil, günümüzü anlamak için yazıldığını söyler. Eserin emsalsizliğini, yazarın ustalığı kadar gerçeklere uygunluğu, bu tarihi hercümerce yol açan sorumlu siyasi aktörlerden en önemlileri arasında yer alan II. Abdülhamid’in, Selanik’te sürgündeki doktoru Atıf Hüseyin Bey'in doğrudan tanıklığına dayanması kanıtlıyor. Livaneli Abdülhamid’i yazarken aynı zamanda insanı anlatıyor. Korkuları, yalnızlığı, zaafları, itirafları, Batı hayranlığı, sanatsal yönleri, müzik ve kitaplara düşkünlüğü ve aynı zamanda beklenmedik cesaret ve kararlılığı ile bir insan…

II. Abdülhamid’in yaşam hikayesini Livaneli’nin bağımlılık yaratan satırlarından okurken sıra, Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında yeğenleri Murat ve Abdülhamid'i de beraberinde götürdüğü Londra ziyaretine gelince, anılarım beni yüz küsür yıl sonra Londra’da Büyükelçi olarak görev yaptığım aynı mekanlara götürdü.

Çöküş dönemindeki imparatorluk

19. yüzyılda artık süratli bir gerileme süreci içine girmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, Batı Avrupa devletleri ile arasında açılmış derin bir uçurumun boşluğunda sallanmaktaydı. Yüzyılın başlarında gerçekleştirilen Tanzimat reformları sadre şifa olmamış; İstanbul ve çevresiyle sınırlı kalmıştı. Başta Fransa, ve Büyük Britanya, Avusturya Macaristan İmparatorlukları askeri, siyasi, bilim ve teknoloji, ekonomik, sosyal, kültürel ve sanatsal alanlarda adeta bir şahlanma yaşarken, Osmanlı İmparatorluğu ise, devasa coğrafyasında yönetimsizlik, yoksulluk, ve her alanda yaşadığı çözümsüz sorunlarla boğuşmaktaydı. İlerlemenin anahtarlarının geçmişin karanlıklarında değil, geleceğin aydınlığında aranması lüzumu, o tarihlerde, değil çok dinli, çok ırklı, çok dilli, heterojen Osmanlı halk kitlelerine, aydın karar alıcılarımıza dahi, kısmen de olsa, mal olmuş bir gerçek oluşturmuyordu. Bununla birlikte İmparatorluk yine de zamanın dünyası çapında büyük devlet adamlarına büyük diplomatlara sahipti. Abdülaziz döneminde Ali Paşa, Fuat Paşa ve onların selefleri olan aydın yöneticiler ve özellikle Tanzimat döneminde tahta geçen hemen tüm hünkarlar, daha 18. yüzyıldan itibaren bu gerçeği görmeğe başladılar.

Değişen dünyayı anlama zarureti

Ne var ki Devlet-i Aliye’yi çağdaşlaştırmak için zaman artık çok geçti.

Nitekim Birinci Sultan Abdülhamid’in 1774 yılında Ruslarla Küçük Kaynarca Antlaşması'nı imzalamasıyla, İmparatorluk yalnız Kırım’ı kaybetmekle kalmadı. Aynı zamanda Osmanlıların Karadeniz’deki münhasır egemenliği de son buldu. Ama daha da önemlisi İmparatorluk değişen dünyayı iyi anlamak ve ona her şeye rağmen ayak uydurmak gereğinin de bilincine vardı. O tarihlere kadar hiçbir Avrupalı Hristiyan devleti eşit haklara haiz muhatap kabul etmemek ve onlarla hiçbir zaman daimi barış içinde olmamak ilkesi” çerçevesinde dünyaya daimi elçiler göndermeyen ve yabancıların Sultan'ın ayaklarına gelmesini bekleyen Osmanlı yönetimi, Avrupa’daki gelişmeleri yakından izlemek, tehditleri ve fırsatları değerlendirmek lüzumunu hissetti. Gerçekten de 18. yüzyılın ikinci yarısında Amerika ve Avrupa’da bağımsızlık hareketleri eski kıtanın mutlak ve muhafazakar düzenini sarsıyor, Amerika İngiltere’den bağımsızlığını kazanıyor, Fransa’da cumhuriyet ilan ediliyordu. Bu arada Osmanlı İmparatorluğu da Avusturya ve Rusya ile savaş halindeydi.

Dış dünyaya açılma adımları

Bu gelişmeler İmparatorluğa, biraz geç olmakla beraber dünyaya açılma karar aldırdı. 1793’te, Fransız ihtilali sonucu ortaya çıkan liberalizm, rasyonalizm gibi fikir akımları, çok uluslu imparatorlukları tehdit ederken, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya gibi devletler Napolyon’a karşı ittifak oluşturdu. Böylece III. Selim döneminde Avrupa’daki gelişmeler hakkında doğrudan ve güvenilir bilgiler etmek amacıyla ilk olarak Paris ve Londra’da sürekli ikamet etmek üzere temsilcilikler açılması kararlaştırıldı. Fransa’da 1789 İhtilal ortamının yarattığı karmaşa dolayısıyla ilk ikamet Büyükelçiliği Londra’da açıldı. İlk Büyükelçi olarak da, daha ileriki yıllarda Dışişleri Bakanlığı yapacak olan Yusuf Agah Efendi atandı. Paris’te daimi ikamet elçiliği ise Londra’yı takiben açıldı ve bilahare 1795’te Avusturya ve Prusya’da da daimi ikamet elçilikleri açıldı.

III. Selim döneminde Batı ülkelerinde daimi elçilik açma siyaseti, 19. yüzyılda da devam etti. Abdülmecid’in başlattığı kapsamlı reform çabaları, Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından da, her ne kadar uygulamada etkinlik tüm İmparatorluk sathına yayılmadıysa da, zenginleştirilerek yürürlükte kaldı. Bu açılım siyaseti her şeye rağmen birçok yenileşme hareketine de olumlu katkı sağladı. Bu çabaların aslında yeni ve modern Cumhuriyetimizde Batı’ya dönük liberal ve reformist yaklaşımların düşünsel tohumlarını oluşturduğu söylenebilir.

Avrupa’daki büyük devletlerle daimi ikamet amaçlı elçilikler açılması, karşılıklılık ilkesi mucibince söz konusu devletlerin de Osmanlı Devleti'nde bu tür elçilikler kurmaları sonucunu getirdi. Dolayısıyla Düvel-i Muazzama 19. yüzyıldan itibaren çöküş sürecinde olan imparatorluğun bağrına kendi diplomatik temsilcilikleriyle nüfuz ederek Osmanlı devletinin karşılaştığı sorunlar hakkında doğrudan ve ayrıntılı bilgi sahibi oldu. Başta kapitülasyonların ağırlaştırılmasına yol açılması olmak üzere, emperyalist siyasetini bu zaaflar üzerine kurmak hususunda önemli bir avantaj elde etti. (*)

Sultan Abdülaziz ve şehzadelerinin Avrupa ziyaretleri

Sultan Abdülaziz ve şehzadeleri 1867 yılında çıktıkları Avrupa ziyaretlerine ülkelerine egemen olan karamsar siyasi ortamın kendi üzerlerine sinen moral yorgunlukla başlamış olabilir. Fakat gördükleri uygarlığın düzeyi bu karamsarlığı çok çabuk üzerlerinden atmalarına sebep oldu. Bu değişik ruh haletini Livaneli, Sultan Abdülaziz’in heyeti, 21 Haziran’da Paris sergisinin açılışına katıldıktan sonra 11 Temmuz’da Birleşik Krallığa ayak batıklarında, Şehzade Abdülhamid’in ağzından Dr. Atıf Hüseyin’den naklen şöyle naklediyor:

“Dover’den trenle Londra’ya giderken gördüklerimi unutmam mümkün değil. Fabrika bacaları, sanayi imalathaneleri göze çarpıyordu. Havada bir kömür kokusu vardı. Gökyüzü adeta kömür bulutlarıyla kaplanmıştı. Her yerden çalışkanlık fışkırıyordu sanki…”

Ne var ki II. Abdülhamid’in İngilizler hakkında şehzadeliğindeki düşüncelerinin, hükümdarlığında artık ayni kalmadığını ve yerini büyük bir güvensizliğe terk ettiğini Livaneli’nin yine Dr. Atıf Hüseyin’den naklen sürükleyici anlatımlarından öğreniyoruz.

Londra

Livaneli, Sultan Abdülaziz’i, Dover’den trenle Londra’ya vardığında, Kral III. George’un müzeden çıkarılmış arabasıyla misafir edileceği Buckingham Sarayı'na götürüldüğünü ve misafir heyetin geri kalanın hünkarı takip eden büyük bir resmi geçitle saraya intikal ettiğini yazıyor. Paha biçilmez değer taşıyan bu tarihi antika atlı arabalar resmi devlet törenlerinde ve yabacı Büyükelçilerin, adeta bir geçit resmini andıran itimatname törenlerinde bugün hâlâ kullanılmakta. Kraliçe’nin Sultan AbdülAziz ve şehzadelerinin ziyaretine verdiği büyük önemi kanıtlayan bir diğer jest de, İtalyan besteci Luigi Arditi'nin Osmanlı Sultanı Abdülaziz'in İngiltere ziyareti vesilesiyle bestelediği "Sultan'a Övgü" eserini bin kişilik bir koronun seslendirmesi idi.

Kostaki Müzürüs Paşa

İngiltere’de bu törenin protokole dair ve diplomatik yönleri Saray ve Hariciye görevlilerince hazırlanırken, zamanın Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçisi Rum asıllı Kostaki Müzürüs Paşa'nın Kraliçe Victoria’ya adeta fahri danışmanı gibi yardımcı olduğu muhakkaktır. Yedi dil bilen ve diplomatlığı yanında, Dante’nin İlahi Komedi adlı eserini İtalyanca’dan Türkçe ve Yunanca’ya çevirmek gibi edebiyat tarihi alanında derin bilgisiyle temayüz eden Müzürüs Paşa, 19. yüzyılın sırf Birleşik Krallık Sarayı'nda değil tüm Avrupa Hariciye mahfillerinde büyük üne sahipti. Osmanlı Devleti'nin ilk gayrimüslim Büyükelçisi ve Paşa unvanlı diplomatıydı. Osmanlı Devleti'nin Yunanistan'daki ilk elçisi Kostaki Müzürüs 1815 Arnavutköy doğumlu olup Fenerli Rum "Musurus" ailesindendir. Atina’daki görevi sırasında Yunan Kralı ile arasında çıkan bir anlaşmazlık dolayısıyla geri alındı. Fakat Yunan Kralı, Rus Büyükelçisi ve başka yabancı temsilcilerin baskılarıyla kendisinden özür diledi. Daha sonra Atina’daki görevine geri döndü. Fakat Atina’da suikasta uğrayarak yaralandı. Daha sonra 1848-50 arasında Osmanlıların Viyana Büyükelçisi oldu. (**) Bir yıl sonra da Londra’ya tayin edilerek 35 yıl aralıksız görev yaptı. Londra halkı tarafından çok sevildi. Kraliçe Victoria’nın da büyük değer verdiği büyükelçiydi.

Osmanlı sefaretinde balo

Kraliçe Victoria, Kırım savaşından sonra galip devletler için görkemli bir Balo verdi. Bu baloyu Osmanlı Büyükelçiliğinde düzenleyerek Müzürüs paşayı onurlandırmış oldu. Türkiye Büyükelçiliği o zaman Bryanston Sq.’da idi. Büyükelçilik konutuna bizzat gelerek balonun ilk dansını o tarihlerde henüz paşalığa terfi etmemiş olan Büyükelçi Müzürüs ile yaptı. Bu etkinlik Londra’da, Avrupa’da ve zamanın tüm diplomatik mahfillerinde büyük yankıya sebep oldu. Müzürüs Paşa'nın eşi de Kraliçe Victoria’ya yakın dostluğu ile tanınan ve Londra’ının cemiyet hayatında saygınlığı olan bir hanımefendiydi. Yaşamı, görevi başında trajik bir şekilde son buldu. Bu sadık ve saygın ailenin oğlu İstefanaki Müzürüs de, 1902 yılından 1907’ye kadar Londra’da Osmanlı sefiri olarak görev yaptı.

İngiliz Muhafazakârlığı

Bugün Londra’da görev yapmakta olan Türkiye Büyükelçisi, yüz elli yıl önceki ünlü selefi Müzürüs Paşa ile Portland Place’deki ayni ikametgahı paylaşıyor; diplomatik girişimlerini King Charles Street’te ve Westminister’deki ayni görev mekanlarında gerçekleştiriyor;  Pall Mall’da ayni sosyal kulüplere üyelik kartını taşıyor. 200 yıldan beri değişmeyen bu mekanlar İngiliz muhafazakarlığının adeta ölümsüz sembolleri. Evet, Birleşik Krallık muhafazakâr bir devlet ve halkı da, hangi partiden olursa olsun, temelde hemen tamamen muhafazakar bir toplum. Bugün Birleşik Krallık belki bir gül bahçesi değil. Ama bin yıldır Krallıkla yönetilen ve dünyada en fazla sayıda Nobel ödülüne sahip. İngiliz muhafazakarlığı siyasi, sosyal, bilimsel, kültürel terakkiyi geçmişin karanlık dehlizlerinde değil geleceğin aydınlık ufkunda arıyor. Çünkü onlar için muhafazakarlık toplumu ileri götüren bir taşıyıcı.


(*) Osmanlı Devleti’nde İlk Daimi Elçilikler ve Diplomasiye Olan Etkileri , Şuheda GÜNCE Öz

(**) 19.YY'da gayrimüslim bir Osmanlı diplomatı Kostaki Musurus'un (Paşa) 1850 yılına kadar diplomatik faaliyetleri, Yavuz, Mehmet Faik