İçe kapanma
Son 10-12 yıldan bu yana siyaset yaşamımıza savunmacı bir anlayış egemen. İç politikada bu anlayış etnik temelde milliyetçilik, din ve mezhep ağırlıklı bir muhafazakarlık şeklinde tezahür ediyor. Dış politikada ise diplomasimiz ileriye yönelik bir vizyon barındırmıyor, fakat var olanı korumayı ima eden bir çizgi izliyor. Daha doğrusu dış politikamız aslında uzun erimli net bir gelecek tasavvurundan mahrum, (*)
Fakat dış ilişkilerimizde son zamanlarda bir hareketlilik dikkat çekiyor. Söz konusu hareketlilik, belki enerji tedariki, acil ana gıda maddeleri temini hariç, fakat düzensiz göç dahil, çoğunlukla kendi yarattığımız yapay krizleri çözme çabalarından kaynaklanıyor. Bu çabalar belli bir doktrine, daha doğrusu ileriye yönelik belirgin bir vizyona bağlı değil. S-400’ler, Amerika, Rusya ve Orta Doğu ülkeleriyle aramızda bitmek bilmeyen güvensizlikler gibi sebeplerin yarattığı sorunlar. Kamuoyumuzda bu krizler "dış güçlerce, Türkiye’ye yönelik husumetlerden kaynaklanıyormuş" gibi algılanmakta. Muhalefet bu sorunları uzun süre milli mesele olarak gördü. İktidar ise milli meseleleri çözme görevinin kendisine ait olduğu görüşünde. “Beka” söylemi altında sürekli mücadele ettiğimiz ve asla kurtulamadığımız bu sorunların çoğu küresel nitelik taşıyor. Bu da siyasetçilerimize haliyle uluslararası şöhret kapılarını aralıyor ve kendilerine iç siyasette kullanışlı bir görünülürlük fırsatı bahşediyor.
Desen: Selçuk Demirel
The Turkish Malaise - Cengiz Aktar
Gradualizm’in terkedilmesi
Bölgemizde ve daha geniş alanlarda uzun süredir oyun kurucu atılımlardan uzak kalan diplomasimiz, söz konusu diplomatik atılımlarında bölgesel ve uluslararası güçler dengesi hesaplarına fazla itibar etmiyor. Hayaller ve kapasiteler arasında denge arayışlarına riayet ettiği de söylenemez. Son zamanlarda, daha ziyade cari açık ve ödemeler dengesi sorunlarına acil çareler aramak gibi kısa vadeli mali ve parasal hedeflere odaklanıyor. Dış aktörler arasındaki siyasi rekabeti, içerde siyasi rant devşirmeyi yeğleyen bir çizgi izliyor. Sık sık dost ve düşman değiştiren bu seyyal davranış tarzı, dış ilişkilerimizde, gradualism ilkesine uygun hareket etme geleneğimizi artık terk ettiğimizi dünyaya ilan ediyor.
Oysa Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarından bu yana Türk dış politikasının mazhar olduğu güven ve itibar, geniş ölçüde bu ilkeye sadakatimizden kaynaklanmaktaydı. Gradualizm bir ülke diplomasinin tutarlılık, süreklilik ve güvenilirliğini sağlayan yapı taşları arasında yer alıyor. Tabii ki her devlet yaşamsal çıkarları gerektirdiği zaman dış politika tutumlarında köklü değişiklikler gerçekleştirir. Ama yakın tarihlere kadar Türkiye bu değişiklikleri, Orta Doğu’daki yeni yetme komşuları gibi, sık virajlar ve keskin dönüşler alarak yapmamaya özen gösteriyordu. Çünkü yine çok yakın bir tarihe kadar temel vizyonu yurtta ve dünyada barış olan Türk dış politikasının hedefi, en yalın ifadesiyle, sınırları 100 yıl kadar önce Lozan ve Montreux Antlaşmalarıyla belirlenmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik, ekonomik ve stratejik çıkarlarını korumaktı. Bu tanımlama hiç şüphesiz bugün de geçerliliğini koruyor. Hiçbir irredentist emel beslemeyen ve bir karış toprağımıza kimsenin de göz dikmesine izin vermeyen bu vizyon, halkımızın iradesini temsil eden TBMM denetiminin teminatı altındaydı. Şimdilerde uluslararası ilişkilerimizde yaşadığımız belirsizliklerin temelinde TBMM’nin dış politikamızın oluşturulması ve uygulanmasında işlevsizleşmesi yatıyor.
Umudun muhafaza edilemediği toplumlarda sorunlar çözülemez
Bugün ülkemizde gündelik iç siyaset çekişmelerinin ve eğitim politikalarımızdaki sorunların ötesinde, yurt içinde ve dışında, uygar dünya ile bütünleşmiş ve yeni bir kuşak yetişiyor. Bu gençler internet gibi ileri teknolojilere kolaylıkla hükmediyor. Bilgiye aracısız ulaşıyor. Atatürk’ün emanetine sahip çıkan bu aydın kuşak geleceği, geçmişin karanlıklarında değil önündeki on yılların aydınlığında arıyor. Aynı arayışta olan bir yönetime kavuşmayı hayal ediyor. Aydın gençlik ülkesini, toplumun kırılgan kesimlerini ve doğayı koruyan, çağdaş, özgür ve müreffeh uluslar topluluğunun, adil, saygın, rasyonel, modern ve hukukun üstünlüğü temelinde itibarlı bir üyesi olarak düşlüyor. Dindarlık kisvesi altında topluma pompalanan cehalet, bağnazlık, hurafecilik ve obskürantizm gibi batıl itikatlara rağbet etmiyor. Kişisel politika ile dini inançların ayrılığı anlamında bir laiklik anlayışına sıkı şekilde bağlı. İnsanoğlunun manevi değerlerinin özünü oluşturan dini inançların uhrevi aleme; siyaset, ticaret ve bilim gibi maddi etkinlerinin ise dünyevi yaşama ait olduğunun bilincinde. Ayrıca dünyada bugün sporun bütün dallarında bayrağımızı şampiyonluk gönderine, kızlı erkekli çektiren bu aydın gençlik, yaşadığımız çağda bir milletin dünyadaki itibar ve saygınlığının kadın haklarına verilen değerle doğru orantılı olduğunu biliyor. 100 yıl önce olduğu gibi bugün de yolumuzu aydınlatan umudu biz bu genç kuşakta buluyoruz.
Busenaz Sürmeli ve Mete Gazoz, Tokyo Olimpiyatları'nda Altın Madalya kazanmışlardı
Değişen dünya
Dünya bugün köklü değişiklikler geçiriyor. II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan siyasi ve ekonomik yapılanmalar uzun zamandır çatırdıyor. Uluslararası ilişkilerin oturduğu tektonik tabakaların üzerinde on yıllardır büyük gerginlikler birikti. Bu tabakaların üzerindeki yapıların hala etkili olduğunu söylemek artık pek mümkün değil. Dünyada gerçek politik liderlik ve vizyon eksikliği kendini her geçen gün daha fazla hissettiriyor. Yeni ve yaratıcı fikir yoksunluğu yaygın. Soğuk Savaş dönemindeki uluslararası sistemi oluşturan tüm düzenlemeler birer balon gibi teker teker patlıyor. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi, geçen yüzyılda vücut bulan Hükümetler arası örgütler işlevsizleşiyor. BM Güvenlik Konseyi uluslararası anlaşmazlıkları çözmekten; Dünya Bankası ve AB gibi uluslararası ve bölgesel kalkınma örgütleri yoksulluğu ve ekonomik istikrarsızlığı önlemekten; BM Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) kitlesel açlığa çare bulmaktan; Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) salgınları engellemekten aciz. Kitle İmha Silahlarına sahip süper güçler arasındaki rekabet ve silahlanma yarışı dünya barışını uçurumun kenarına her geçen gün biraz daha fazla yaklaştırmakta.
Bu güvensizlik ve istikrarsızlık ortamı, güç dengelerinin yer değiştirmesi, devasa jeopolitik kaymalar ve yeni stratejik oluşumların ortaya çıkmasıyla daha da ağırlaşıyor. Uluslararasındaki rekabet yarışı artık kıtaların ve denizlerin çok ötesine, uzayın derinliklerine ulaşıyor. Çevre sorunları, salgın hastalıklar, enerji sıkıntısı, düzensiz kitlesel göçler gibi yeni küresel krizler devletleri, insan hakları ihlali riskleri taşıyan zahmetli iş birliklerine zorluyor.
Kurallar temelli ve inanç temelli ülkeler
Bütün bunların ötesinde dünyada, insanı merkeze alan kurallar temelli demokratik ülkelerle, bireyi değil, toplumu veya inanç temelli ideolojik rejimleri önceleyen baskıcı otoriter yönetimler arasındaki ayrışmalar tehlikeli şekilde gelişmekte. Etnik, dini ve mezhepsel temelde, şiddet eğilimli kapalı ideolojik toplumlar XXI. yüzyılda insanlığı bekleyen en büyük tehlikeyi oluşturuyor. Girişi kolay, çıkışı mümkün olmayan bu tür toplumlar insanlığı, hemen tüm kıtalarda etnik, dini ve mezhep kabukları içerisine çekmekte, açık toplumu, temel hak ve özgürlükleri yok etmekte, bireyselliği ortadan kaldırarak açık toplum ve evrensel demokrasi idealini ortadan kaldırmakta. İlk çeyreğini tamamlamak üzere olduğumuz XXI. yüzyılda dünyamızda bu tehdit ve güvensizliklerin yerini alacak yeni bir küresel güvenlik ortamı arayışları ise umut vermiyor.
Nasıl bir dünya?
İngiliz siyaset Bilimci Marc Leonard, 15 yıl kadar önce yazdığı ve o zaman akademik çevreler dışında pek de dikkat çekmeyen bir makalesinde 2020’lerdeki dünya düzeni hakkında bugün oldukça doğrulanan bazı gözlemler yapıyor. (**)
Adı geçen, 2020’lerde artık tek bir dünya düzeninden değil, fakat dörtlü bir uluslararası düzenden bahsedileceğini belirtiyor. Bu dörtlü dünya düzeninin, Kanada ve Güney Amerika’yı etkisi içine alan seküler bir ABD; tüm Balkanları ve kısmen Kafkasya’yı kapsayan seküler bir Genişlemiş Avrupa Birliği; Avrasya’nın hemen tamamını oluşturan ve yine seküler bir kültüre sahip, fakat hoşgörüsüz ve baskıcı Rusya ve Çin ve onların etki alanındaki Asya ülkeleri; ve nihayet Mezopotamya, Körfez ve Kuzey Afrika ile Sahra Altı Siyah Afrika ülkelerinden oluşan inanç temelinde demokrasisiz, kanunsuz ve devletsiz ülkeler topluluğunun oluşacağını ifade ediyor. Yazar bu kutuplar arasındaki rekabet ve güçler mücadelesinin yüzyılın geri kalan yıllarındaki istikrar ve istikrarsızlığını, güvenlik ve güvensizliği tayin edeceğini iddia ediyor.
İç cephe
Devletler dış politikalarını tabiatıyla kağıt üstünde yapılan bu tür nazari tahminlere göre uygulamıyor.
Ancak geleceğe bakışta önemli olan, bu kaotik dünyada insanlığın bir bölümü nispeten refah, özgürlük ve barış içinde yaşarken, geri kalanının açlık, sefalet ve savaş koşullarında yaşadığı ve asla huzur bulamayacağı bir yer haline gelme tehlikesindeki coğrafyalara savrulmamak. Yani yerimizi doğru yerde bulabilmek. Kısacası dünyanın çeperine sürüklenmemek. Bu, aslında bir bağımsızlık savaşı. Bağımsızlık savaşları tabi ki güçlü ordularla kazanılır.
XXI. yüzyılda güçlü orduyu kurmanın ve bu savaşı kazanmanın ön şartı vatanseverlik, laiklik ve demokrasiyle iç cepheyi güçlendirmektir.
(*) “Beka” kadar “Gelecek”i düşünmek” ŞÜKRÜ HANİOĞLU Sabah-22/10/ 2017
(**) Marc Leonard -Divided World. The Struggle for Primacy in 2020- Published by the Centre for European Reform (CER)