Oya Baydar

01 Haziran 2010

Zor Günlerin Gerekleri

Mavi Marmara gemisi, yılın yarısını geçirdiğim Marmara adasının İstanbul’la bağlantısını sağlar...

Mavi Marmara gemisi, yılın yarısını geçirdiğim Marmara adasının İstanbul’la bağlantısını sağlar. Daha doğrusu, bir zamanlar sağlardı. Son bir yıldır sefer sayısı haftada bire düşmüş de olsa, arka güvertesinde Marmara denizinin mavi sularına bakarak beyaz peynir kavun eşliğinde bir duble rakı keyfi çoktandır unutulmuş da olsa, kış aylarında seferden büsbütün kaldırılsa da, o bizim vapurumuzdu. Hele de, Türkiye’nin ikinci büyük adası olan beş köye sahip Marmara’nın,  yaz ayları dışında, yerel taşıma teknelerinin insafına terkedilmiş kötü ulaşımı hesaba katılırsa; yolcularımızı uğurladığımız, misafirlerimizi karşıladığımız Mavi Marmara’nın ada halkının kalbinde ayrı yeri vardır.
Bu satırlar yazıldığı sırada gelen haberlere göre, Mavi Marmara “Gazi Marmara” olacağa benziyor. Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışırken, içindeki, çoğu Türkiyeli 600 yolcu ile birlikte İsrail deniz komandolarının saldırısına uğradığı, ölü ve yaralıların olduğu bildiriliyor. İsrail’in uluslararası sularda gerçekleştirdiği bu saldırının, uluslararası hukuk açısından suç teşkil ettiğini gerek uzmanlar, gerekse yerli-yabancı siyasetçiler kabul ediyor. Kimisi, İsrail saldırısının “haydut devlet” tanımına girdiğini iddia ederken, kimileri de böyle bir saldırganlıkla, son zamanlarda ABD’den eski desteği göremeyen İsrail’in kendi ayağına kurşun sıktığı yorumunu yapıyor.
Gelişmelerin tümünü şimdiden öngöremesek de artık İsrail-Türkiye ilişkilerinin ve İsrail devletinin uluslararası topluluktaki konumunun eskisi gibi olmayacağını söylemek mümkün. Amerikalı ağabeyinin desteğiyle nükleer güç haline gelmiş olan; bölgenin korsan devleti ve Ortadoğu’nun kan ve savaşla örülen kaderinin sorumlusu ya da maşası İsrail, artık eski pervasızlığından vaz geçmek zorunda. Ama aklın tükendiği yerde, çılgın bir saldırıya teşebbüs etmesi ihtimali de gözden uzak tutulmamalı.
Dünya dengelerinin derin biçimde değişmekte olduğu şu günlerde, Türkiye giderek büyüyen bu ateş topunun tam ortasında yer alıyor. Gazze’ye ulaştırılmak istenen insani yardım, Filistin davasına duyarlı çevrelerin uluslararası bir sivil toplum girişimi olmakla birlikte, Türkiye’den ve özellikle de Hükümet’e yakın İslami kesimlerden destek aldığı biliniyor. İsrail’in Gazze’de uyguladığı kanlı abluka hatırlanırsa bu desteğin siyasi olduğu kadar vicdani ve insani açıdan da haklılığını tartışmak, karşı çıkmak mümkün değil.
Gazze’ye insani yardım götüren gemilere İsrail devletinin silahlı saldırısıyla aynı saatlerde, İskenderun’da Deniz İkmal Destek Komutanlığı’na yapılan, şimdilik 7 askerimizi, 7 çocuğumuzu yitirmemize neden olan saldırı önümüzdeki güç günlerin bir diğer habercisi. Bu satırlar yazıldığı sırada saldırının kimler, hangi örgüt tarafından gerçekleştirildiği henüz belli değildi. Ancak, özellikle Hükümet kanadı, iki saldırının eşzamanlılığının üzerinde düşünülmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Evet; gerçekten de üzerinde durulması gereken bir konu bu. Mossad ve benzeri yapılar, doğrudan müdahil olmadıkları operasyonları taşeronlara yaptırırlar. Örnekleri çoktur bunun. Bazen, eylemi gerçekleştiren örgütler kimin taşeronu olduklarının farkına bile varmazlar. Onlar kendi silahlı mücadelelerini sürdürdüklerini, kendi davalarına hizmet ettiklerini sanırlar.
Gerçekler, onlarca yıl sonra ortaya çıkar.
Türkiye iç politikada sorunlu bir dönemden geçerken, bu son olaylarla güçlüklerimiz artmış, “zor dönemler”e girilmiştir. Zor dönemlerin gerekleri vardır. Zor dönemlerin gereklerini yerine getirmek sadece iktidarın değil, muhalefetin, sadece muhalefetin değil sivil toplumun, sadece sivil toplumun değil yurttaşlar olarak, birey olarak hepimizin sorumluluğudur. Bu konuda, Kılıçdaroğlu’nun kısacık basın toplantısındaki  ilk söylemi, ne yazık ki CHP muhalefetinin alışılmış üslubunun ve politikasızlığının ötesine geçememiştir. Konuya insani ve vicdani açıdan sahip çıkmak, İsrail’deki aşırı sağcı, faşizan iktidarın Gazze konusundaki hakka, hukuka, vicdana aykırı siyasetine karşı net tavır almak yerine, “böyle olacağı bilindiği halde gerekli önlemler alınmadığı” için hükümeti suçlamayı yeğlemiş, yine o bildik siyasi rant politikasının esiri olmuştur. Umarız ve dileriz, önümüzdeki günlerde, kendisini umut ilan edenleri utandırmayacak bir çizgi sergiler.
Sivil topluma gelince; İsrail davasının ve Gazze’ye insani yardımın ağırlıklı olarak İslami kesimin örgütleri, partileri, insanları tarafından desteklenmesi insan hakları kuruluşlarını, barış örgütlerini, kendini laik kesim olarak tanımlayanları, bu son olaylarda yaşamın ve insanın, hakkın ve vicdanın yanında açıkça saf tutmaktan gerikoymamalıdır.
Bu zor günlerde hepsinden daha önemli olan: terörü yapanlarla, kararı alan devletle, siyasetçilerle, silahlı mücadelenin örgütleriyle, şefleriyle; insanları, mağdurları, halkları karıştırmamak gibi geliyor bana. Daha açık deyişle; sadece ülkemizdeki Yahudi vatandaşlarımızın değil, dünyanın neresinde olursa olsun bütün dünyadaki ve İsrail’deki Yahudilerin; hükümetlerinin, devletlerinin saldırganlığından sorumlu tutulamayacaklarını anlamalıyız. Konuya hassas çevrelerin -ki hepimiz hassas olmalıyız bana göre- İsrail’i protesto gösterileri sadece İsrail hükümetinin, devletinin, ordusunun protesto edilmesiyle sınırlı kalmalı, bırakın fiili saldırıyı tek bir Yahudi vatandaşımız bile en küçük bir nefret söylemine, sevgisizliye saygısızlığa muhatap kılınmamalıdır.
Zor günlerde bu konuda en önemli görev hükümete, siyasete düşüyorsa da, yurttaşlar olarak hepimiz nefretin, şiddetin büyümemesinden; kin ve öfkenin vicdanı alt etmemesinden sorumluyuz.