Yazının başlığını, son günlerde ayyuka çıkan siyasî ve insanî rezaletlere, hukuksuz, vicdansız, hayasız uygulamalara bir tepki, bir çaresizlik feryadı olarak okumuşsunuzdur. Ama değil; ne zamandır bastırmaya çalıştığım bu feryat dilimizle, Türkçe ile ilgili.
İster çözüm bulma çaresizliği, ister yaşlılık deyin, sadece dil konusunda değil başka konularda -mesela, iyice çürüyen, çeteleşen (derin) devlet konusunda da- giderek daha takıntılı olduğumun farkındayım. Ülkemiz korkunç bir deprem felaketiyle yıkılmışken, onbinlerce insanımızı enkaz altında yitirmişken, ekonomik kriz derinleşirken, on milyonlarca yurttaş derin yoksulluğun pençesinde açlıkla savaşırken, umut olarak görülen seçimlere doğru, iktidar kanadından gelecek türlü çeşitli melanete karşı çare üretmeye çalışırken, bunca acı, bunca sorunla boğuşurken dil konusunda yazmak da ne, diyebilirsiniz. Haklı da olursunuz ama dilimizin göz göre göre, kulak duya duya elden gitmesi karşısında feryat etmekten, uyarmaktan kendimi alamıyorum. Boşuna çaba, evet; ama bir tek kişi duyar da önemserse, bu bile kârdır.
Dilimizi kimler, neden katlediyor?
Türkçe; yazılışı, okunuşu, telaffuzu, sözcük dağarcığı ile sürekli yoksullaştırılıyor, katlediliyor. Beni, raptiyeye oturmuş gibi yerimden zıplatan dil ve telaffuz (seslendirme) yanlışlarını kimse yadırgamıyor. Giderek yaygınlaşan hatalar (galatı meşhur) normalleşerek, kabul edilen hataya (galatı meşru) dönüşüyor, yerleşiyor, artık hata sayılmıyor. Yanlış kullanıma, yanlış telaffuza alışıyoruz, hatta kendimiz de aynı yanlışları tekrarlamaya başlıyoruz.
Dili bozanların başında televizyonlar, YouTube ve benzeri bilumum sesli yayımlar geliyor. Bu sabah; hafta içi hergün dış politika konulu ciddi bir program yayımlayan televizyon kanalında, çok beğendiğim, bilgisine ve konulara hâkimiyetine saygı duyduğum program sunucusu, beni en çok irkilten hatayı defalarca tekrarlayınca yazmaktan kendimi alakoyamadım. Sunucu hanım dahi yerine sürekli dâhi diyordu
Televizyonların program sunucuları, acar muhabirler, son zamanlarda parlayan araştırmacı gazeteciler, yorumcular, uzmanlar, kendi kanallarında YouTube üzerinden yayın yapan iddialı youtuber'ler, kanaat önderi kabul edilen gedikli ekran müdavimleri, siyasiler… Aralarında dâhi (söylenişi: 'a' uzatılarak daahi, anlamı: deha sahibi) ile dahi'yi ('a' kısa, anlamı: bile) ayırt edebilen ve doğru telaffuz edenlerin oranı iki değil bir elin parmakları kadar az. Çocukluğumda, bir keresinde dahi yerine dâhi demiştim de babam, "Sen dâhi değilsin, olsa olsa dahi'sin" diye dalga geçmişti. O gün bugün kulağıma küpe oldu.
Öteden beri en yaygın telaffuz (söyleyiş) hatalarından biri laik sözcüğünün 'a' uzatılarak laaaik diye söylenmesidir. Doğru kullanana rastlamak zordur, hele de Melis açılışlarındaki yemin törenlerinde 600 milletvekilinden 30'u, 40'ı doğru telaffuz etse öpüp de başınıza koyun.
Sonundaki a'nın uzatılması gereken nemâ sözcüğünün nema diye söylenmesi, kısa a'lı kabine (bakanlar kurulu, hükümet) sözcüğünün kabîle der gibi "i" uzatılarak söylenmesi, bütün a'ların kısa okunduğu lakap sözcüğünün a'lar uztılarak laaakap, diye okunması, hakem sözcüğünün 'a' uzatılarak haakem diye telaffuz edilmesi ve benzerleri…
Bu sözcüklerin çoğu Osmanlıcadan geliyor. Benim kuşağım doğru telaffuzu zamanında radyodan, ilk televizyon dönemlerinin Türkçeyi mükemmel kullanan spikerlerinden, ailelerimizden ve dilimizi iyi bilen, iyi konuşan öğretmenlerimizden öğrendik. Ancak sonraki kuşaklar, ya da bizim olanaklarımıza sahip olmayanlar doğru kullanımı duymaktan büyük ölçüde yoksun kaldılar. Bu noksanlığın giderilmesi sözcüklerdeki sesli harflerin yazımında gerektiği yerde inceltme (^) ve uzatma (-) işaretlerinin kullanılmasıyla mümkündü ki öztürkçecilik akımı bu imlerin çoğunun kaldırılmasına yol açtı. (Yazım kılavuzlarında, dâhi ve dahi'de hâlâ inceltme var ama kimsenin yazım kılavuzlarına baktığını sanmıyorum.) Bu konuda ilk okuldan başlayarak öğretmenlere büyük görev düşüyor ama öğretmenlerin de doğru kullandıklarından emin değilim.
Ünlü şanlı köşe yazarlarımızın, akademisyenlerin, yazdıklarına bayıldığım edebiyatçılarımızın, hatta Türkçe öğretmenlerinin 'de' ve 'da'ların ne zaman bitişik ne zaman ayrı yazıldığını bilmemeleri ayrı bir sorun.
Yazının başlığına dönecek olursam
Artık her şeyi "yapıyoruz". İnmiyoruz, iniş yapıyoruz; çıkmıyoruz, çıkış yapıyoruz; heyecanlanmıyoruz, heyecan yapıyoruz; alkışlamıyoruz, alkış yapıyoruz; uçmuyoruz, uçuş yapıyoruz, vb.,vb…
Türkçe fiil dili diye bilinir. Bir eylemin-edimin fiili varsa yapmak ve olmak kullanılmaz. Ancak eylem duş yapmak, mimik yapmak, rol yapmak vb. gibi yabancı dillerden bir sözcükle ifade edilirse, bir de kaba veya ayıp sayılan bir eylem söz konusuysa (işemek yerine çiş yapmak), o zaman kullanılır. Mesela ben, "yapmayın, dilin içine yapmayın" derken "s,çmak" sözcüğünü kullanmıyorum.
Televizyonlardan, sesli yayımlardan başlayıp yazılı metinlere uzanan bu gereksiz ve yanlış kullanım öylesine yaygınlaştı ki, artık her şey yapılıyor. Son olarak, deprem alanından bağlanan genç bir muhabir "çadır kurmak yapıyorlar" dediğinde, argo tâbirle, koptum.
Gelecek zaman yok ediliyor
Geleceksiz bir toplum mu oluyoruz? En azından dilimizdeki gelecek zaman kipi açısandan öyle. Çıkış yapmak, yürüyüş yapmak, heyecan yapmak vb. epeyce zamandır duyduğumuz, çoğumuzun artık yadırgamadığı bir yanlış kullanım. Son zamanlarda buna bir de gelecek zaman kipi yerine "olmak" kullanımı eklendi. Televizyonda, muhabir şöyle diyordu: "Uçağın iniş yapıyor olacağını söyleyebiliriz." Güler misin ağlar mısın! Uçak iniyor, görüyoruz işte, söyleyebiliriz ne anlama geliyor. Kısaca "Uçak iniyor", ya da "uçak biraz sonra inecek" demek yerine bu saçma sapan cümlenin gereği, anlamı nedir? Daha havalı, daha parlak olduğu mu düşünülüyor?
Oy veriyor olacağız (oy vereceğiz), gelmiş olacaklar (gelecekler), deprem çadırları başka bir bölgeye taşınıyor olacak (taşınacak), borçlar erteleniyor olacak (ertelenecek), havalar ısınıyor olacak (hava ısınacak), memur maaşları erken ödeniyor olacak (ödenecek), vb., vb…git gide yaygınlaşıyor. Gelecek zaman kipi adım adım yok edilirken dil fakirleşiyor, güdükleşiyor.
Bir yazıya sığdırılamayacak daha nice "dil yarası" var. Örneğin, insanların, canlı varlıkların tane ile sayılması gibi. Bize dilbilgisi derslerinde "üç tane insan", "beş tane köpek" denmez, tane veya adet sözcüğü canlı varlıklar için kullanılmaz diye öğretmişlerdi. Şimdi insan da, başka canlılar da karpuz gibi, limon gibi tane ile sayılıyor. Üç tane şehit veya dört adet cenaze denmesi yadırganmıyor. İnsanın, canlının değeri kalmadığındandır belki…
Kurumların, değerlerin, insan ilişkilerinin, siyasetin çürüdüğü bir toplumda dilin de bozulmasına, yoksullaşmasına, abuk bir kuşdiline dönüşmesine şaşmamak gerek. Ama işte, ben hâlâ şaşıyorum, dert ediniyorum.
"Kim takar Yalova kaymakamını," denirdi eskiden; kim takar dil zaptiyeliğine soyunmuş Oya'yı! Biliyorum, ama usanmadan yazıp çizdiğimiz başka konularda da aynı şey gelmiyor mu başımıza...
Ne işe yaradı bu yazı, bilmiyorum. Dixi et salvavi animam meam (söyledim ve ruhumu kurtardım). Yazıların çoğunu kimsenin kâle almayacağını, duyması gerekenlerin duymayacağını bile bile ruhumuzu, vicdanımızı rahatlatmak için yazmıyor muyuz zaten?
Oya Baydar kimdir?Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi. Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı. 1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı. Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı. Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi. 1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu. 1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı. Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı. Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı. Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu. Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı. Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. 2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi. Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960) Deneme - Surönü Diyalogları (2016) Öykü - Elveda Alyoşa (1991) Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) |