Oya Baydar

10 Şubat 2015

Vietnam’dan Türkiye’ye: Kutsal yaratmak, kutsalı kullanmak

Kutsala sığınmak, kutsalı sömürmek hele de başı sıkışan iktidarlar açısından her zaman geçerli yoldur.

Üç haftaya yakın süredir Vietnam, Kamboçya, Laos’taydım. Hasan Cemal’le dönüş uçağında karşılaştık. Ben ahkâm kesici, o gerçek gazeteci-yazar olduğundan Vietnam izlenimlerine çoktan başladı. Böylece de beni aynı şeyleri tekrarlamaktan kurtardı. Ama, ben de kendi çapımda övüneyim: 9 saatlik çok zahmetli, meşakkatli bir tren yolculuğunu göze alıp Kuzey’de Çin sınırına uzanan dağlık ormanlık Sapa bölgesine kadar gittim. Oralar çeşitli etnik grupların, kabilelerin yerleştiği bölgeler. Vietnam savaşı sırasında Vietkong gerillalarının geçiş yolları ve üslendikleri ormanlar…

Ben de Hasan Cemal gibi 1970’lerde, Vietnam’ın ABD bombardımanı altında alev alev yandığı yıllarda, “Ho Ho, Ho Şi Minh, daha daha Vietnam, Ernesto’ya bin selam!” diye inançla, umutla bağıranlardanım. Çünkü Ho Şi Minh’in Vietnamı, önce Fransız sömürgecileri dize getirdikten sonra ABD emperyalizmine karşı kale gibi duran, sonunda da yenilgiye uğratan halkların ülkesi, umutlarımızın simgesiydi.

40 yıl sonra Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti, tek parti olan Komünist Partisinin demir yumruğu altında en küçük bir muhalefete izin verilmeyen, ifade özgürlüğünün sözü bile edilmeyen, daha da önemlisi: pazar ekonomisi adı altında neoliberal düzenin vahşi kapitalizmine teslim olmuş ve bunun yozlaşmasını yaşayan bir ülke. Aynı durum, diğer bölge ülkeleri için de geçerli.

 

Daha fazla Vietnam derken bunu istememiştik

 

Günümüz dünyasında başka çareleri yoktu, diyebilirsiniz. Yok muydu gerçekten? Bilmiyorum. Ama, bırakın komünist, sosyalist bir düzeni, sosyal demokrat bir ülkede bile halkın sahip olması gereken, sahip oldukları varsayılan sosyal hakların, güvencelerin sağlanmamış olması insanı şaşırttığı gibi derinden etkiliyor, düşündürüyor.

Mesela eğitimin ilk kademede daha düşük olmakla birlikte orta ve yüksek eğitimde paralı olması; mesela sosyal sigorta hakkının sadece devlet çalışanları için sağlanması, sağlık sorunlarının perişanlığı, mesela bazı dairelerin/ konutların milyon dolara satıldığı büyük kentlerde nüfusun çoğunluğunun mezbelelerde yaşaması... Gördükleri karşısında hayal kırıklığı yaşayan bir arkadaşım gibi, bu yaşam tarzının halkın yaşam kültürünün parçası olduğu yorumuna katılmam mümkün değil, çünkü sosyalist devletin birinci görevi yoksulluk ve yoksunluk kültürüne teslim olmak değil, onu aşmaktır.

 

Kutsal simgelere sığınmış bir yönetim

 

Kamboçya’dan geçip Vietnam’a geldiğimizde Ho Şi Minh (Saygon) ve Hanoi’de dört bir yan sarı yıldızlı kızıl bayraklarla, orak-çekiçli afişlerle ve Ekim Devrimi günlerini anımsatan ağırlığı ordu mensuplarında olan propaganda pankartlarıyla donanmıştı. Vietnam yazısı Latin harfleriyle, tabii ki Vietnamlı rehberimize sorduk ama kendimiz de kolayca okuyabiliyorduk: Ho Şi Minh’in Hindiçinî Komünist Partisi’nin 85. Yılı 3 Şubat’ta kutlanacaktı.

Bir zaman tünelinde gibiydim. 85 yılda sembollerde, propaganda sloganlarında, devrimci çizimlerde milim değişiklik yoktu. Rejime bağlı ya da öyle görünen rehberimizin çevirisiyle, sloganlar savaşma gereğini, mücadele gereğini, zafer temasını işliyordu. Ne için, neye karşı?

İçimi acıttığı için uzatmadan söyleyecek olursam, Ho Şi Mihn’in mücadelesinden, yolundan, inancından geriye içi boşaltılmış kızıl yıldızlar, kızıl bayraklar, orada burada mahzun duran orak çekiçler kalmıştı. Bir trajedi dekoru gibi… Bir zamanlar gerillaların yuvası olan Sapa’da, turistik bölgelerde (turistleri korkutmamak için belki) ne o tiyatro dekorları, ne de bir kutlama vardı. Turistik gösteri mekânına dönüştürülmüş etnik köyler anlatılması güç bir pisliğin, yoksunluğun, bir dolarlık satış için yalvaran, koşturan yerel giysili kadınların, çocukların hakimiyetindeydi.

Ama, yazıya başlık olan kutsal yaratma, kutsala sığınma konusunu Ho Şi Minh’in anıt mezarını gezerken düşündüm. Ho Amca, dünya çapında bir entelektüel, kendi kuşağının en önemli ve derinlikli Marksist liderlerinden biriydi. Bir o kadar da mütevazi, doğanın akışını bozmadan basit yaşamak isteyen bir bilge insan. Ölünce yakılmayı ve küllerinin bilinmeyen bir yere gömülmesini vasiyet etmiş, kutsallaştırılmayı reddetmişti. Ama o da ne! İkişer sıra olup asker adımıyla içeri sokulduğumuz, ayrıntılı bir aramaya tâbi tutulduğumuz türbede (çantamdaki yedek muzum bile alındı) Ho Şi Minh cam lahitte tahnit edilmiş olarak yatıyordu; kutsalın buzdan kalıbı içinde dondurulmuştu.

Yine böyle cam fanusta yatan Lenin’i, başka anıt mezarları düşündüm. Kutsallaştırılmaya ihtiyacı olan: halkların kaderini değiştirmek, daha adaletli, özgür bir dünya kurmak için yola çıkan o büyük insanlar, liderler değildi. Onları kutsallaştıran muktedirler, yarattıkları putların ardına sığınarak iktidarlarını korumaya, pekiştirmeye çalışıyorlardı. Fikirlerini takip etmek, yaşamlarını örnek almak yerine kitleleri kutsallarla büyülüyor, kutsallarla uyutuyorlardı. Marx’ın ünlü sözüyle “din halkların afyonudur”, ama sadece din değil, dinselleştirilmiş inançlar, kutsal mertebesine yükseltilmiş ideolojiler de öyle. Muktedirler kendi yarattıkları kutsallara sığınarak ve onları sömürerek iktidarlarını pekiştirirler.

 

AKP’nin kutsal davası, kutsal kavgası

 

Türkiye’ye döner dönmez, AKP’nin seçim bildirgesine, programına kutsal dava, kutsal kavga kavramlarını koyup koymayacağı tartışmalarıyla karşılaştım. Uzun söze gerek yok: Kutsala sığınmak, kutsalı sömürmek hele de başı sıkışan iktidarlar açısından her zaman geçerli yoldur. Kitleler kutsalları kalkan yaparak daha kolay yönetilir. Hele de o kutsal kitlelerin en fazla duyarlı oldukları din ise. Tarih boyunca kutsal kavgalar, kutsal davalar peşinde ne çok kan döküldüğünü bilmeyen mi var... Son örneklerinden biri de IŞİD desem yanlış mı olur?

AKP’nin kutsal kavgası bir yana, tekrar Vietnam’a, Hindiçinî’ye dönersek “Daha daha Vietnam”dan olmaz olsun böyle Vietnam’a nasıl gelindiği üzerinde, nostaljik duygularımızı, yürek ezintimizi, yenilgi psikolojisini ve kötümserliğini bir yana bırakıp, dünya solunun, sosyalistlerin, komünistlerin gerçeklerle yüzleşmekten çekinmeden düşünmeleri, tartışmaları, çalışmaları gerekiyor. İşi sadece emperyalizmin oyununa bağlama kolaycılığına düşmeden, bu noktaya nasıl gelindi, nerede yanlış yapıldı sorusu insanlığın önünde duruyor. Cevabı beni çok aşar, ama düşünmeye, hem de ezberleri bozarak, kutsalları yıkmaktan korkmadan düşünrmeye değer.