Hatırlıyorum; epeyce önceydi, o zamanlar başbakan olan Tayyip Erdoğan bir konuşmasında “Partimizin adı AK Parti’dir, AKP demek şerefsizliktir, düşmanlıktır” diye gürlemişti. O günden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’ne hiç AK Parti demedim, diyemedim. Bu saçma sapan, bir o kadar da küstah dayatmacılığı kendi çapımda protesto için partinin resmî adı olan AKP’den şaşmadım. İyi ki de böyle yapmışım; varılan noktada bu partiye AK demek, akla karayı birbirine karıştırmak olurdu. Hele de “A”sındaki adaletten, hukuktan eser kalmadığı şu günlerde.
Yolsuzluk-hırsızlık-rüşvet zanlısı dört bakan ve suç ortakları hakkındaki soruşturmaların önce mahkemelerde kapatılması, dosyalarındaki delillerin imhası, sonra da Meclis Soruşturma Komisyonu’nda AKP’li komisyon üyelerinin oylarıyla aklanmaları, programında ve seçim vaadlerinin başında yolsuzlukla mücadele gelen AKP’yi kapkara etti.
Yolsuzluk mızrağı, darbe kılıfına sığmıyor
Çeşitli kamuoyu yoklamalarına göre, bu ülke seçmenlerinin yüzde 70’e varan (kimi anketlerde yüzde 74 görünen) çoğunluğu 17-25 Aralık 2014 soruşturmalarıyla ortaya dökülen yolsuzlukların-hırsızlıkların gerçek olduğuna inanıyor. Ortaya çıkan deliller, montaj olmadığı yetkili kurumlarca açıklanan dinleme kayıtları, TV ekranlarında izlediğimiz canlı görüntüler öyle makul şüphe, hatta kuvvetli şüphe falan değil, apaçık suçüstüne işaret ediyordu. Zaten, bütün bunlar gerçek değil de Tayyip Erdoğan ve şürekasının bir yıldan bu yana halkı inandırmaya çabaladıkları gibi “Paralel’in kumpası” olsaydı, bu kadar telaşlanmalarına, darbe paranoyasına, zanlıları adaletten yargıdan kaçırmak için kırk takla atmalarına gerek kalmazdı. Yargılamanın önü açılır, meclis komisyonuna baskı yapılmaz, Yüce Divan’dan korkulmazdı. Zanlılar yargılanır, ya temize çıkarlar ya da mahkûm olurlardı ki, mahkûmiyet durumunda bile partileri temize çıkar, AK’lanırdı.
Bu şeffaf, kısa, namuslu yol yerine, işin ucunun kendine dokunacağını gören Tayyip Erdoğan’ın baskı ve müdahalesiyle, hamuduyla götürenleri gözlerden saklayacak bir kılıf bulundu: Darbe…
Bunca askerî darbe yaşamamış olsaydık belki saf saf inanırdık ama Erdoğangillerin çakma darbesi yandaşları ile suç ortakları dışında kimse için inandırıcı değil. Gemi azıya almış görünen ve giderek tehlikeli bir güç elde etmiş olanTayyip Erdoğan, iktidarın gölge ortağı Cemaat tarafından silkelenmek, sarsılmak, hizaya sokulmak istendi; hepsi bu.
Devletin önemli kurumlarında, yargıda, poliste yuvalanmış Cemaat’in 17-25 Aralık operasyonlarının masum olmadığını, zamanlamanın “manidar” olduğunu, Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin hedefe konduğunu düşünenlerdenim. Ancak, pek çok ülkede benzerleri yaşanmış hükümeti sarsma, zayıflatma, değiştirme operasyonları ile rejimi ve iktidarı silahlı güce dayanarak değiştirmek anlamındaki darbe birbirine indirgenemeyecek iki farklı siyasal hamledir. Zamanın başbakanı, günün cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, darbe kavramının ürkütücü ağırlığının ardına sığınarak, hem kendisini hem de yakın çevresini darbe zırhıyla korumaya almıştır. Üstelik bir taşla iki kuş vurmuş; eski iktidar ortağı Cemaat’i güçsüzleştirip devlette ele geçirdiği köşebaşlarından temizlerken, adalet mekanizmasını berhava etme pahasına yargıyı bütünüyle kendine bağlamış, demokrasinin olmazsa olmazı kuvvetler ayrılığı ilkesini çiğnemiştir.
Diyelim ki bu darbe, ya bizim kedi nerde?
Hani bir Nasreddin Hoca hikayesi vardır; Hoca eve üç kilo et getirir, karısı komşulara ziyafet çeker, akşam tarhana çorbasına talim eden Hoca eti sorduğunda, Ah Hoca, eti hırsız kedi yedi, der. Hoca inanmaz, alır sıska kediyi tartar, kedi üç kilo gelir. Diyelim ki bu kedi, ya üç kilo et nerde; diyelim ki bu ettir ya bizim kedi nerde? diye sorar Hoca Nasreddin.
Biz de Hoca gibi soruyoruz: Diyelim ki bu darbe; ya o babacımlı, parayı hemen erit’li telefon konuşmaları, ayakkabı kutuları, para sayma makinaları, 700 bin liralık saatler, çikolata kutuları içindeki rüşvetler, Zarrap’lar marraplar nerde? Diyelim ki Cemaat Erdoğan Hükümeti’ne kumpas kurmuş, peki delilli ispatlı, montajsız, hilesiz kayıt altına alınmış bunca suçu kedi mi işledi?
Bu ülkenin kafası biraz işleyen, hakkaniyet duygusuna sahip, sağduyulu, namuslu, gözleri vicdanları yandaşlıkla, çıkar ortaklığıyla körleşmemiş bütün insanları suçların örtbas edilmek istendiğinin farkında. Velev ki Tayyip Erdoğan’a, hükümete, AKP iktidarına karşı bir kumpas kurulmuş olsun, kumpas kurma suçu, yolsuzlukları, hırsızlıkları aklar mı? Daha önemli soru: Kendi içindeki çürük elmaları temizleyen, yolsuzlukların üzerine gitmekten çekinmeyen bir AKP mi daha güçlü, daha güvenilir olurdu, yoksa suçları kedi pisliğini örter gibi örtmeye çalışan bir AKP mi?
Erdoğan kendi partisini karartıyor
Herkes, hepimiz biliyoruz; hepimizden iyi de bizzat Tayyip Erdoğan, AKP milletvekilleri, bakanlar, AKP çevreleri yaşayarak biliyorlar. Ne kadar, vicdanımıza göre karar verdik, bağımsız karar verdik edebiyatı yapılsa da, dört bakanın Yüce Divan’a gönderilmemesi için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve en yakın kurmaylarının bütün güçlerini kullandıklarını bilmeyen, duymayan, hissetmeyen yok. Düz mantık, yargılanmaktan bu kadar korkulup kaçınıldı mı ortada bir suç olduğuna hükmeder. Suçun ortaya çıkmaması için böylesine canhıraş çaba gösterildiği yerde de mutlaka suç ortaklığı vardır.
Yargıya müdahale ederek, darbe umacısının gölgesine sığınıp Meclis Soruşturma Komisyonu’na baskı yaparak, AKP Meclis grubunu markaja alıp özgür iradeleri ve vicdanları üzerine ipotek koyarak suçluları gizlemeye, böylece soruşturmaların kendilerine uzanmasını engellemeye çalışanlar öncelikle kendi partilerine kötülük yapıyorlar. Partisine AK denmemesini düşmanlık, şerefsizlik sayan Erdoğan, gücünü iradesini iddiaların aydınlatılması yönünde değil suçun saklanması yönünde kullanarak kendi partisini töhmet altında bırakıyor.
Ben, AKP’de de namuslu, onurlu, siyasal ahlak sahibi insanlar olduğuna inanıyorum. Bu türden partilerde, hele de iktidar olduklarında, partililerin lidere karşı kendi özgür iradeleriyle davranmalarının güçlüğünü biliyorum. Kimse, ben çıkarcıyım, namussuzum, vicdansızım, ben siyasal ahlaktan yoksunum, demez. Yanlıştan, suçtan yana tavır almak zorunda kaldığında/bırakıldığında, davranışının partinin ve ülkenin yüce çıkarları için olduğuna, “darbe”ye, haine, düşmana karşı mücadele için böyle tavır aldığına kendini inandırmaya çalışır, inandırır da. Gün geçip farklı havalar esmeye başladığında, sisler dağılıp gerçekler saklanamaz olduğunda, suçun ağırlığı çöker vicdanlara, ama artık geç olmuştur.
17-25 Aralık soruşturmalarının önce yargıya baskıyla, sonra Meclis Soruşturma Komisyonu’nun AKP’li üyelerinin ikna edilmeleriyle önünün kesilmesi, başta Davutoğlu olmak üzere Hükümet’e ve AKP’ye indirilmiş bir darbedir. Olayın en büyük kaybedeni daha on gün önce yolsuzluğu kim yaparsa yapsın göz yumulmayacağını çarpıcı ifadelerle beyan eden Başbakan Davutoğlu’dur. Yolsuzlukları bilen ve yargılanmalarını isteyen namuslu AKP’lilerdir. Ve asıl, ömür boyu töhmet altında kalacak olan, suç isnatlarını siyasî hayatları boyunca omuzlarında taşıyacak o dört bakandır. Tayyip Erdoğan’ın, kendisine ve yakınlarına uzanabileceğinden korktuğu yolsuzluk soruşturmalarını darbe umacısına sığınarak def etme taktiği, bumerang gibi dönüp kendi partisini vurmuştur.
Bir küçük umut daha var
Yine de AKP milletvekillerinin, dolayısıyla AKP’nin önünde bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Muhalefet, dört bakanın Yüce Divan’a sevk edilmeleri talebini önümüzdeki günlerde Meclis’e getirecek. Bilindiği gibi oylama gizli yapılacak, yani Reis’ten korkmaya gerek yok. AKP grubundan çıkacak her evet oyu Parti’nin namus hanesine yazılacak, partiyi AK’layacak. Her hayır oyu ise, AKP’yi kamu vicdanında karartacak.
Kitleler budala değildir, sonsuza kadar kandırılamaz. Bir sonraki seçimi ve başkanlığı suç karartmasıyla garantilemeye çalışanlar, ummadıkları sonuçlarla karşılaşabilirler. Bazı cin taktikleri ters teper. Gün olur, devran döner.
Şimdi gözler AKP grubunun üstünde. Hak hukuk tanıyan, namuslu, onurlu AKP’liler aranıyor.
SON DAKİKA NOTU
Sağ olsun Cumhurbaşkanımız dilimize, kültürümüze hizmete devam ediyor. Son olarak bir üniversite kampusunun açılışında “gavurca” kampus sözcüğü yerine Arapça külliye sözcüğünü önerdi. Külliye, “büyük bir cami ve etrafındaki medrese, türbe, hastahane, mektep, çarşı, han, hamam, çeşme, sebil, vb. binaların bütünü” demek. Tayyip Bey bu parlak önerisini yaparken sıra sıra prof’lar, rektörler, dekanlar, üniversite mensupları kendisini hararetle alkışlıyorlardı.
Bilim insanı kisvesi altında bunca yalakanın olduğu bir yerde, Tayyip Bey’in alkışlanmasına şaşmamak gerek. Benden de bir katkı olsun: “gavurca” üniversite sözcüğünün yerine öz be öz Arapça medrese sözcüğünü kullanalım. Sözlükteki anlamı: İslam dininin koyduğu esaslara göre eğitim öğretim yapılan mektep.
Bu arada kampus için Türkçe “yerleşke” sözcüğü uzun süredir kullanılıyor. Cumhurbaşkanı duymamış olabilir, hatırlatayım.