Oya Baydar

13 Aralık 2011

Tarikat, Cemaat, Siyaset

Birinci Dünya Savaşı’nın, Avusturya veliahtı Arşidük Ferdinand’ın...


Birinci Dünya Savaşı’nın, Avusturya veliahtı Arşidük Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi nedeniyle başladığını okumuşuzdur tarih derslerinde. Sonraları, Arşidük Ferdinand’ın öldürülmesinin savaşı tetikleyen bahane olduğunu; dünya savaşlarının birincisinin de, tıpkı ikincisi gibi sömürgeci/emperyalist güçler arasındaki paylaşım kavgasından kaynaklandığını öğrendik. Ne alâkası var diyebilirsiniz ama şu şike rezaleti ortaya çıktığından, hele de yeni yasa Cumhurbaşkanı tarafından veto edilip, Meclis’te BDP hariç bütün partilerin oybirliğiyle, adeta posta konarak kılına dokunulmadan kabul edildiğinden beri, bu suikast olayının Birinci Dünya Savaşı’nın nedeni diye belletilmesini hatırlayıp duruyorum. 
Şike soruşturması ve yasası ile birlikte iktidar takımı ve destekçileri son on yılda şahit olmadığımız  ölçüde birbirlerine düştüler. İktidardaki AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda, her iki taraftan da kısık sesle “Yok öyle bir şey” yalanlamaları gelse de, her gün biraz daha büyüyen ciddi bir çatlak olduğu ayan beyan ortada. Gülen cemaatinin en yetkili ve etkili kalemleri yarı-resmi organları olan Zaman gazetesinde AKP’ye saydırmaya başladılar. “Bu akıllarla gidersen askere, zor alırsın seçimlerde tezkere” mealinde yazılar yazıyorlar. AKP başkan yardımcılarından biri açık açık “Cemaatle aramızı bozamazlar” diyerek cemaat- AKP koalisyonunu doğruluyor. Nakşî Mehmet Şevki Eygi Milli Gazete’de Gülen cemaatine ateş püskürüyor. Öte yandan, bazı televizyon kanallarımızın baş yıldızlarından İsmailağa cemaatinin şeyhi Cübbeli Ahmet Hoca fuhuş mafyası operasyonunda tutuklanıyor; cemaat “Hepimiz Cübbeliyiz” diyerek dayanışma eylemi yapıyor. Bunlar gazetelere, televizyonlara yansıyan olaylardan sadece birkaçı... Mesele ciddi ki, iktidarın can düşmanı Devlet Bahçeli’den tutun da yandaş ya da ılımlı muhalif köşe yazarlarına kadar çok sesli bir koro “Aman sakın ha, istikrar bozulmasın” telkininde bulunuyor.
Kafa kadroları ağırlıklı olarak Nakşîbendî tarikatından gelen AKP ile Saidî Nursi talebesi Nurcu Gülen cemaati arasındaki çatlak şike yasası nedeniyle su yüzüne çıktı. Ama, Birinci Dünya Savaşı’nın nedenini veliaht prens Ferdinand’ın öldürülmesine bağlama yüzeyselliğini tekrarlamaya gerek yok. Tarikatler ve cemaatler arasındaki; itiş kakışı aşan, kırık kolu yenden dışarı çıkartan çatlak da bir başka paylaşım savaşına işaret ediyor: Ülkenin geleceğinin, iktidarın ve dev servetlerin, dev çıkarların paylaşımı...

Ya öteki cemaatler? 

Kimilerine çok ters gelecek, biliyorum. Ancak yazının ana fikrini anlatabilmek için cemaat yapılarını sadece dindar Müslüman kesimlere has bir olgu gibi görmenin yanılgısına değinmek istiyorum. Cemaat yapısı laik, Kemalist, ulusalcı kesimlerde de var. Sadece cemaat değil, çok sayıda laik tarikat ve bunların mensubu, müridi kişiler Türkiye’de çok önemli yerlerde bulunmuşlardır. Son yıllarda İslami tarikat ve cemaatler karşısında gerilemiş de olsalar yapı çözülmemiş, hatta yaşanan çöküşün de etkisiyle bu türden kapalı çevrelere eğilim artmıştır. Burada bir ideolojiye, bir düşünce sistemine, bir siyasal görüşe mensubiyetten söz etmiyorum; şeyhiyle müridiyle basbayağı  cemaatler bunlar. Sadece özel konularda değil önemli siyasal kararlarda da danışma ihtiyacı duyulan; kitapları, toplantıları ve tabii ki kasaları, mâli güçleri olan kapalı yapılar. Tarikatlere dayalı dinî cemaatlerin mensupları, müridleri üzerindeki güçleri kuşkusuz laik tarikatlerle-cemaatlerle kıyaslanmayacak kadar güçlü; bu gerçeği teslim etmek gerek. Ama neresinden bakarsanız bakın, her türlü tarikat-cemaat yapısı bireyin iradesinin üstüne ipotek koyar, özgür düşünceyi kısıtlar.
Özetle; sosyolojideki cemaat - cemiyet ayrımında, hele de siyasal yaşamda cemaatten cemiyete henüz gerçek anlamda evrilememiş olduğumuzu kabul etmek gerekiyor. Başka bir deyişle, aşiret yapısı büyük ölçüde aşılmış da olsa, özgür bireylerin toplumsal sözleşmesinin ürünü olan “cemiyet”in (toplum) bütün kurumlarıyla, bütün siyasal ve ahlaki normlarıyla ve çağımızdaki olmazsa olmazı demokrasiyle kurulup tamamlandığını söylemek oldukça güç. Kendi dışında aşkın bir otoriteye bağımlılık anlamında kulluk, bir yandan dinî ideolojiler, diğer yandan yüzlerce yıllık devlet geleneği ve ulus devlet ideolojisiyle bu topraklarda yaşayan insanlarımızın, -derece derece hepimizin- genlerinde az çok var. Dinî ya da laik tarikatlere cemaatlere intisap için zorlama gerekmiyor; demokratik geleneği zayıf bütün ülkelerde görüldüğü gibi özgür birey olamayan insan kendini güvenlikte hissedebilmek, sığınabilmek için de tarikatlere cemaatlere katılıyor, kendine ortak bir kimlik ediniyor. Böylece de kendi iradesini bir üst otoriteye delege ederek, özgürlüğünün bir bölümünden vazgeçerek dinsel ya da ideolojik cemaatin parçası oluyor.

Cemaat İktidar Olunca... 

Kişi, aidiyetlerinde, inançlarında özgürdür kuşkusuz. Sorun, şu veya bu tarikat bağlantılı şu veya bu cemaatin siyaset sahnesine çıkıp iktidar olması ya da iktidar mücadelesi vermesiyle başlıyor. Yeni bir olay da değil bu, modern öncesi çağlardan beri sürüp gidiyor. Ancak 21. yüzyıl başında, hele de çağdaş ve demokratik olduğu iddia edilen bir ülkede siyaset; tarikat-cemaat yapıları üzerinden yürütülüyorsa, iktidarı almak için cemaatlere dayanmak gerekiyorsa ve de kendilerini ülkenin geleceğini kendi ideolojileri ve inançları doğrultusunda biçimlendirme misyonuyla donanmış gören cemaatler iktidar mücadelesine giriyorlarsa, orada demokrasiden ve özgürlüklerden söz etmek güçleşiyor. Çünkü siyasal kadroların, yöneticilerin, iktidarların özgür iradeleri üzerinde vesayet var: bağlı oldukları ya da iktidar olabilmek için mecbur kaldıkları tarikat-cemaat vesayeti...
Vesayetin sadece askeri vesayet olmadığı, sivilleşmenin sadece militarizmden bağımsızlaşmak olmadığı bu köşede defalarca yazıldı. Militarist-bürokratik vesayetten kurtulmanın özgür ve demokratik topluma doğru dev bir adım olduğundan en küçük kuşku duymadan, kişinin özgür düşünce ve eylemine sınır koyan her türlü üst iradeden, özellikle de tarikat- cemaat vesayetinden kurtulmadan  demokratik bir ülkenin özgür siyasetçileri ve bireyleri olunamaz, olunamıyor da zaten. 
Üstelik günümüzde cemaatlerin uluslararası bağlantıları, hükmettikleri ağların muazzam mali kaynakları hesaba katılırsa, iktidar mücadelesinin boyutları daha iyi kavranabileceği gibi siyasetteki ağırlıklarının tek tek yurttaşlar, bireyler olarak hepimizin özgürlüğünü tehdit ettiği de daha iyi anlaşılır. Son zamanlarda, AKP’nin bir zamanlar adımlarını attığı, vaad ettiği “açılımları” gerçekleştirmek bir yana, Kürt sorunundan başlayarak demokratik özgürlükler alanına varana kadar her konudaki gerilemesini, gerilemekle kalmayıp otoriter, baskıcı, özgürlükleri genişletmek ne söz; yok eden bir çizgiye girmesini kendi cemaati ve koalisyon ortağı cemaatle ilişkileri açısından da okumak yararlı olabilir. 
Yanlış anlamalara meydan vermemek ve çarpıtmaları mümkün olduğunca engelleyebilmek için eklemek gerekirse; her siyasal hareket gibi AKP’nin değişimciliğinin de kendi sınıfsal, ideolojik, tarihsel, kültürel müktesebatıyla sınırlı olduğu bu köşede defalarca yazıldı. Bugün, kendi vaaz ettiği sınırların da çok öncesinde duraklamış, hatta gerilemişse, siyaset alanına cemaatlerin tecavüzünün bunda payı vardır.
Özgür ve demokratik bir toplum, ister dinî ister dünyevî olsun, vesayet kabul etmez. İradelerini ve siyasetlerini kendi üstlerinde bir otoriteye bağlayanlar özgür olamazlar ve özgür kılamazlar. On yıllardır dönüp dönüp toplumca aynı noktaya gelmemizin, özlediğimiz topluma kavuşmak için gerekli eşiği bir türlü aşamamamızın bir nedeni de bu değil mi acaba?