Söz ve adlandırma düşünceyi ve eylemi temelden etkiler. Yanlış adlandırma, (yanlışlık belli bir amaçla, bilerek yapılmıyorsa bile) yanlış tanıya götürür. Yanlış tanı yanlış tedaviyi, yanlış tedavi hastanın kötülemesini ve ölümünü getirir. Hele de sözler, kavramlar çarpıtılıyorsa, şeytanlaştırma aracı ve kalkan olarak kullanılıyorsa durum büsbütün vahim demektir.
17 Aralık’tan sonra iyice popüler olan “paralel devlet” ya da “paralel yapı” lâfından söz ediyorum. Bu bâdirede sen de tutmuş sözcüklerle uğraşıyorsun, diyerek kınamayın beni. Son zamanlarda herkesin, hepimizin kafası karıştı. Sade vatandaşın aklının alamayacağı, kokusuna dayanamayacağı pisliklerin ortasında haklıyı haksızı ayırmak, safımızı seçmek, ahlâklı ve tutarlı çizgide durabilmek zorlaştı. Televizyonlardaki tartışma programlarını izlemek bile yeter: Ergenekon, Balyoz, vb. davalarının avukatlarının Başbakan’ın sözlerini aynen tekrarladıklarını; Hükümet çevrelerinin, aynı avukatların yıllardır dile getirdikleri hukuksuzlukları bu davalardan yıllardır içerde yatanlardan daha şiddetle eleştirdiklerini duydukça afallamamak mümkün mü? “Paralel”den ağzı yanmış olanların AKP’ye yanaşma/uzlaşma hamlelerini izlerken şaşırmamak mümkün mü?
Kendi kazdıkları ve bütün iyi niyetli eleştirilere, uyarılara, yardım çabalarına rağmen içine düştükleri kuyuda debelenen Başbakan ve AKP çevreleri, “paralel devlet darbesi” klişesiyle, 2010’dan sonra adım adım girdikleri yanlış yolda, son zamanlarda amok koşusuna dönüşen tarzda bütün ülkeyi, hepimizi de birlikte sürükleyen bir yıkıma doğru ilerliyorlar. Ne oluyor, nerede yanlış yaptık, nasıl düzeltebiliriz sorularını sorup bu bozgun ve cinnet halini düzeltmeye çalışmak yerine, en kolayını yapıyorlar: Dış ve iç mihraklar, lobiler, paralel devlet, vatan hainleri bizi bitirmek için komplo kurdular, darbe yapmaya çalışıyorlar senaryosuna sığınıyorlar.
Paralel değil sarmaldınız
“Paralel”, hepimizin bildiği gibi aradaki mesafe hep aynı kalarak kesişmeden giden doğru çizgilere verilen addır. İyi de, siz paralel değildiniz ki; sımsıkı bir sarmaldınız. Teşbihte hata olmaz, kimse alınmasın ama birbirine sımsıkı dolanmış iki yılan, ya da sıkı bir örgüydünüz. İktidara, ortak çıkarlar ve ortak amaçlar doğrultusunda birlikte yürüdünüz, birbirinizi tamamladınız, güçlendirdiniz. Aranızdaki farklılıklar, zihniyet yapınız ve son tahlildeki hedef birliğiniz karşısında önemsizdi. Ne var ki, yolun bir noktasında, geleneksel vesayet odaklarının tasfiye edilmesinden ve silahlı Kürt hareketinin en azından bir süre sakinleştirilmesinden sonra, siyasal iktidar artık Cemaat’e ihtiyacı olmadığı, ortağın köstek olmaya başladığı hesabını yaptı, sarmaldan kurtulmaya çalıştı. Benzetmemize dönecek olursak, o zamana kadar birbirine kenetlenmiş iki yaratık, biri ötekini hafifçe sokunca ölümcül ve sonu belirsiz bir kavgaya tutuştu. Özetle ortada paraleller yok, ortaklar arasında devlete yuvalanma, iktidardan pay alma dalaşı var.
Demem o ki, bugüne kadar bütün olup bitenlerden AKP iktidarı ve Cemaat ortak sorumludurlar, sevaplarda da günahlarda da eşit pay sahibidirler. Askerî- oligarşik vesayet yapısına karşı mücadelede aralarından su sızmamıştır. Bu mücadelenin psikolojik harekât evresinde de yargı sürecinde de, kumpassa kumpas, hile ise hile, hukuksuzlukla hukuksuzluk, tümünde eşit payları vardır. AKP kanadının şimdi, “bilmiyorduk, safmışız, söyledik ama yükses sesle değil, kandırıldık” gibi ufala da civcivler yesin türünden sözler gevelemesi pişmanlık falan değil paçayı kurtarma çabasıdır. Daha da önemlisi, kendi çıkarları adına bu sözlere kanmış gibi yapanları kendilerine müttefik kazanma hinliğidir. Kumpas varsa birlikte kurmuşlardı. Hak ihlâlleri, hukuksuzluklar, hîle hurda varsa zeminini kendileri hazırlamış, yapanlara kol kanat germişlerdi. Erdoğan’ın; eski Genel Kurmay Başkanı Başbuğ’un terör örgütü yöneticisi olarak tutuklanmasının içine sinmediği mealindeki iki kez bile tekrarlanmayan sözleri dışında bir tepkisini duymadık. Aksine, Ahmet Şık’ın yayımlanmamış kitabının nasıl suç ve tutuklama nedeni olabileceği sorusuna verdiği: “Bazen bir kitap bombadan daha tehlikeli olabilir” cevabı hatırlardadır. Yine binlerce Kürt siyasetçi, gazeteci, Kürt belediye başkanı ve milletvekili KCK davalarından tutuklanırken gıkları bile çıkmamıştır. MİT müsteşarını ve kendisini kurtarmak için bir gecede özel yasa çıkaracak kadar güçlü olan Başbakan; hükümetinin, partisinin, bakanlarının, yakınlarının bulaştıkları yolsuzlukların soruşturulmasını, kovuşturulmasını engellemek için sadece yargıyı, emniyeti değil demokrasiyi, hukuku, Türkiye’yi dağıtmaktan çekinmeyecek kadar güçlü olan iktidar, parmağını bile kıpırdatmamıştır.
“Paralel” masum mu?
“Zamanlama mânidar, yolsuzluk aşikâr” diye yazmışım son yazıda. AKP iktidarının yolsuzlukları, kayırmacaları, usulsüzlükleri, hukuksuzlukları bilinmekte, sezilmekte, konuşulmaktaydı. Son operasyonlarla biraz daha görünür hale geldi. Buna karşılık anlaşıldığı kadarıyla her kovuğa sızarak yıllardır kadro yerleştiren, dosya biriktiren, yargıda, emniyette kendi ağlarını kuran (şimdilerde “paralel” diye adlandırılan) eski ortak da kendi misyonunu gerçekleştirebilmek için başta yargı ve emniyet olmak üzere devlet kurumlarında iyice yuvalanmış. Kendine göre zamanı geldiğine karar verince de, Erdoğan’a ve hükümetine karşı sarsıcı bir operasyona girişmiş.
Yolsuzluk iddiaları kesinlikle boş değildi, hatta buzdağının görünen yüzünden ibaret olduğu bile söylenebilir. Bunun böyle olduğunu Erdoğan’ın kapıldığı panikten, bu paniğin sonucu olarak hukuk, demokrasi, meşruiyet demeden, yargının bağımsızlığını hiçe sayarak ortalığı darmadağın edecek adımlar atmasından da anlayabiliyoruz. Ne var ki, zamanlamanın mânidar olduğunu söyleyen ve her şeyi mânidar bulan AKP yönetimi de haklı. Mesela o TIRlar, o mühimmat yüklü otobüsler iki yıldır vızır vızır işlerken neden şimdi üst üste yakalanıyor? Meselâ yolsuzluk dosyaları ne zamandır birikmişken neden şimdi peşpeşe tedavüle sürülüyor? Paralel’in saldırıya geçtiğini anlamak için ne kulis bilgisine, ne de gizli belgelere ihtiyaç var. Kimse ahmak değil!
İyi de, yılan sarmalı iken de biliyordunuz yolsuzlukları, uluslararası hukuk ihlallerini, rüşveti, irtikâbı; yılan sarmalı iken de farkındaydınız kumpasların, hukuk ihlallerinin, hileli delillerin, Kürtlere birlikte kurduğunuz, sonra birinizin ellerini yıkadığı kapanın. Neden şimdi kuyruklarınız sıkışınca hidayete erdiniz?
AK Parti değil demokrasi, Cemaat değil hukuk
Kıran kırana süren bu savaşta tarafların hiçbiri masum ve temiz değil. Ülkeyi ve hepimizi yıkıma sürüklemekte olan bu ortamda yılan sarmalının iki eski ortağının birinden yana taraf tutmak zorunda değiliz. Ömer Faruk Gergerlioğlu, “Taraftar duruş değil, demokrat duruş” diye yazdı geçen haftaki yazısında, haklıydı.
Demokrasi ve meşruiyeti savunmak için bu aşamada AKP’nin yanında yer almak gerektiğini (yandaşlıktan, yalakalıktan değil inanarak) savunan arkadaşlarım var. Doğrudur; demokratik yollardan iktidara gelen seçilmişleri, onları demokrasi dışı yollardan devirmek isteyenlere karşı savunmak ama’sız gerçek demokratların sadece siyasî değil aynı zamanda ahlâkî sorumluluğudur. Ancak bu duruş AKP’nin yolsuzluklarını, attığı yanlış adımları, hukuk devletini ve demokrasiyi bitirmeye yönelik girişimlerini, psikolojik vak’a haline gelmiş tek kişinin ülkeyi kaosa sürükleyen söylemini ve eylemini savunmaya dönüştüğü zaman, artık demokratlıktan söz edilemez. Kişi kendisi bile fark etmeden, hatta istemeden iktidarın yolsuzluklarını, demokrasiye kasteden müdahalelerini, attığı tehlikeli adımları aklamaya, saklamaya, meşrulaştırmaya başlar. Bu durumda, Erdoğan ve çevresinin darbe senaryosuna sarılmak iyi ama aldatıcı bir sığınaktır.
Aynı şekilde devlet kurumlarındaki Cemaat’e bağlı unsurların görev ve yetkilerini aşarak, bununla yetinmeyip hukuksuzluk, hilebazlık yaparak meşru sınırları zorlamaları da hangi gerekçeyle olursa olsun savunulamaz. Delil yok, ispat yok diyerek el yıkamak yetmez. Oyun hepimizin gözleri önünde oynanıyor, herkes her şeyin farkında. Cemaatin hedef alınmasına, Cemaat bahane edilerek atılmakta olan ürkütücü adımlara, binlerce kişinin toplu tasfiyesine karşı çıkarken Cemaat’i değil hakkı, hukuku savunmak zorundayız. Şunu da biliyoruz: hangi köşeden, hangi noktadan, kimin yanından bakarsan, oradan görürsün ve oradan gördüğünü gerçek sanırsın. İçinde yaşadığımız şu kaos ortamında ahlakî ve siyasî tutarlılığımızı koruyabilmenin tek yolu: ne o taraftan ne bu taraftan, hukuk devleti ve demokrasi noktasından bakmak gibi geliyor bana. Hükümet’e yönelebilecek antidemokratik müdahalelere, darbelere karşı dururken, bu iktidarı meşru yollara zorlamak ve meşru yollardan değiştirmek için demokrasi ve hukuk mücadelesi vermek ancak demokrasi kavşağına konuşlanmakla mümkün. Yoksa o paralelden bu paralele savrulmaktan kaçınamayız.