Sesini duyuyorum yan bölmeden: “Bu haberi sayfaya nasıl koyacağız şimdi Aydın Abiiii?” İşimiz güç, sorunun cevabını vermek büsbütün güç.
Politika gazetesindeyiz. DİSK, Maden-İş kanalıyla gazeteyi satın almış, illegal TKP’nin (Türkiye Komünist Partisi) legaldeki günlük gazetesini çıkarmaya çabalıyoruz. Sen dışhaberler sorumlususun. İşimiz güç dedik ya, seninki büsbütün güç. İdeolojik hata yapmamak gerek, ağabey parti SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) hattına aykırı yayın yapmamak gerek.
Afganistan’da darbe: Tarakî (Terakki) Devlet Başkanı… Afganistan’da yine darbe: Hafizullah Amin Devlet Başkanı… Amin’e bağlı kuvvetlerle Tarakî’ciler kıran kırana savaşıyor. Sovyet ordusu Afganistan’a giriyor. Amin öldürülüyor, bu defa sürgündeki Babrak Karmal Devlet Başkanı. İzlemeye, yorumlamaya çalışıyoruz ama hiçbir şey anlayamıyoruz. Kim kimdir, kimden yanadır? İyi nerede, kötü nerede? Büyük Ağabey ne diyor bu konuda? Pusulamız oraya ayarlı. Ve sen soruyorsun canım benim: “Nasıl başlık atacağız şimdi bu habere?”
Neredeyse kırk yıl geçmiş aradan. Biliyor musun canım; biz hâlâ ne başlık koyacağımızı bilemiyoruz haberlerimiz ve de yaşamımıza. Üstelik pusulamız da elimizden alındı. Yüksek dağlara kar yağdı, yenik ve yapayalnızız.
Hatırlıyorum; daha birkaç saat önce doğum yapmıştım. Bir oğlum olmuş: Ekim. Hastanedeki yatağımda yorgun yatıyorum. İnsanın içine huzur veren sevecenliğinle yaklaşıyorsun lohusa yatağıma: “Yarın gidiyoruz”, diye fısıldıyorsun, “Acele ediyorum, gitmeden önce Zeynep’e yeni patikler almam gerekiyor” diyorsun. İllegal partiyiz ya, soru sormuyorum, hemen anlıyorum yurtdışına göreve çağrıldığınızı. Zeynep anneanelere, babaannelere bırakılacak bir süre için. Yaşamlarımız, inançlarımıza, devrime, Parti’ye kurban edilecek…
Birkaç yıl sonra Leipzig’de karşılaşıyoruz. Eski günleri, ülkemizi, kaderlerimizi konuşuyoruz. Leipzig’e bir araba dolusu patlıcan geldiğini, Doğu Almanların bu tanımadıkları sebzeyi ne yapacaklarını, nasıl pişireceklerini bilemediğini, arabanın üstüne çıkıp yüksek sesle nasıl pişirileceğini anlattığını söylüyorsun. Gülüyoruz, oysa öylesine hüzünlüyüz ki o gece…
Sonra, Berlin duvarının çökmesinin birinci yılında iki Almanya’nın birleşmesinin kutlandığı 3 Kasım 1990 gecesinde, Berlin’de, usul usul yağan yağmur altında dev akrandan verilen o muhteşem konseri -9. Senfoni’nin “neşeye, coşkuya methiye” koral bölümünü- birlikte dinlerken yüreklerimizin yeniden buluşması… Siyaseten ayrı yerlerdeyiz, ama insan olarak, eski arkadaşlar, yoldaşlar olarak kendi ülkemizde buluşma umudu…
Siyaseten aramıza giren ayrılıklara, uzaklıklara, ıssızlıklara rağmen, bizler hep aynı yolun yolcularıydık. Daha iyi, daha adil bir dünya istemiştik, o dünyaya ulaşmak için yaşamlarımızı bozuk para gibi harcamaktan çekinmemiştik. Sen politika gazetesinin koridorlarında “Şimdi bu haberi nasıl vereceğiz” diye tasalanan Ayşe Bilge’sin benim için. Sosyalizm, devrim, parti, inanç uğruna gözünü kırpmadan arkanda bırakacağın küçücük kızına patik almaya giden annesin benim için. Berlin’de, 9. Senfoniyi dinlerken yanaklarından gözyaşı mı, yağmur damlaları mı süzüldüğünü bilemediğim arkadaşımsın benim.
İnsan bu yaşa gelince, yitirilen her dostla birlikte kendi tarihinden, kendi geçmişinden bir parça kopuyor. Her gidenle biraz daha azalıyoruz, hiçleşiyoruz.
Şimdi söyle bana sevgili Bilge: Senin ölüm haberini nasıl koyacağız gazetemize, ne başlık atacağız habere, nasıl anlatacağız yaşadığımız o muhteşem umut serüveni günlerini yaşamamış olanlara? Söyle bana…