Sezgin Tanrıkulu arı kovanına çomak soktu. Pek de iyi yaptı! Bu sayede iktidarıyla muhalefetiyle demokrasiden, sivilleşmeden, haktan hukuktan söz edenlerin takkeleri bir kez daha düştü, akıl ve vicdan keli kafaları bütün haşmetiyle ortaya çıktı.
Ne demişti Tanrıkulu? Başta askerî darbeler, silahlı kuvvetlerin bazı birimlerince işlenen suçlardan sadece birikisini hatırlatarak, "TSK'nın yaptığı her şey eleştiriden azâde değil. Bu tür soruları TSK üzerinden şaibelerin kalkması amacıyla sorarız" demişti. Ardından ortalık birbirine girdi, ne vatan hainliği, ne terör örgütü yandaşlığı, ne vatan millet düşmanlığı kaldı. Cumhurun reisi Erdoğan suskun kalmadı tabii, "Cezasını çekecek" dedi. Adalet Bakanı soruşturma açıldığını, ilgili fezlekenin TBMM gündemine geldiğini bildirirken, "Mehmetçiğimize ve ordumuza dil uzatmak hiç kimseye, hele de milletvekili sıfatını taşıyana yakışmaz" derken, "CHP'nin de gereken tepkiyi vermesi gerektiğini" söyledi.
Linç kıtaları dört bir yandan harekete geçmişken, CHP "gerekli tepkiyi" geç kalmadan verdi. CHP Sözcüsü Faik Öztrak, Tanrıkulu'nun sözlerinin kabul edilemez olduğunu, durumun parti kurullarında görüşüleceğini söyledi. Genel Başkan Kılıçdaroğlu da bir soru üzerine, "Sözcümüz cevabını vermiştir," diyerek parti görüşünü açıkladı.
Sezgin Tanrıkulu, Cumartesi Anneleri'nin Galatasaray Meydanı'ndaki buluşmasında
Sezgin Tanrıkulu'nun suçu görevini yapmak
Demokrasilerde eleştiriden ve halka hesap vermekten muaf hiçbir kurum, kuruluş, kişi yoktur. Milletvekillerinin görevi: halk adına, yurttaş adına devlet kurumlarının işleyişini denetlemek, varsa suçları, hataları, eksiklikleri kamuoyunun dikkatine sunmaktır. Sezgin Tanrıkulu'nun, TSK'ya ilişkin olarak kesin ve bağlayıcı mahkeme kararlarıyla kanıtlanmış edimler konusundaki sözleri, bırakın suç teşkil etmeyi, milletvekili ve yurttaş olarak onun görevidir. Milletvekili, bakan, vb. gibi sıfatların yakışmayacağı kişiler; gerçeklerin üzerini örtenler, kamuoyunun bilgilendirilmesini engelleyenler, suçlara, cinayetlere, insan hakları ihlallerine, yolsuzluklara göz yumanlardır.
Tanrıkulu, orduya dil uzatmamış, aksine, her kurum gibi TSK'nın da kendisiyle hesaplaşması, şaibelerden arınması, halkın milletin ordusu olması için gereken yolu işaret etmiştir.
Celladına aşık AKP: Nereden nereye?
1960'dan bu yana bu ülkede üç askerî darbe, "post-modern" adı verilen, başkentte tankların yürüdüğü darbe mizanseni, son olarak 15 Temmuz başarısız darbe girişimi yaşandı. Aradaki, seçilmiş iktidarlara, örneğin AKP'ye karşı darbe hazırlıklarını, planlarını, genelkurmay muhtıralarını, 28 Şubat'ları saymıyorum.
AKP iktidara askerî vesayeti sona erdirme, sivilleşme, demokrasi vaatleriyle geldi. O gün toplumsal ve siyasal olarak ikinci sınıf yurttaş muamelesine maruz bırakılmış, siyasal arenada yer alması asker ağırlıklı vesayetçi odaklarca engellenmiş Müslüman muhafazakâr kesimin temsilcisi konumundaki AKP, bugün devletin derin odaklarının kuşatması altına girmiş, vesayetçilerle bütünleşmiş, statükonun kırmızı çizgilerini izleyen bir devlet partisi konumundadır. Erdoğan'ın, 2015 sonrasında derin devletin sözcüsü ve bekçisi Bahçeli MHP'sine biat etmesiyle hızlanan bu süreçte, AKP kuruluştaki kimliğini yitirerek cellatına aşık mücrim durumuna düşmüş, vesayet sisteminde kendisine de pay tanıyan odaklarla anlaşmıştır.
Sezgin Tanrıkulu, AİHM'e taşınmış faili meçhul cinayetler davalarının yıllarca avukatlığını yapan ve 2016 yılında öldürülen, meslektaşı Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi'nin tabutunu sırtlanırken
CHP'nin hal-i pürmelaline gelince
CHP yönetiminin, Sezgin Tanrıkulu'nu linçe uğratan cephede gecikmeden yer alması beni şaşırtmadı. Ne var ki, geçmişte askerî vesayetten rahatsız olmamış, yer yer parçası ve destekçisi olmuş, ordu ile ve derin devlet odaklarıyla bağlarını her zaman korumuş devlet partisi CHP'nin, geç ve güç bir değişim sürecine girme görünümü verdiği şu günlerde, yine de bu kadarını beklemiyordum.
Tanrıkulu'nun arkasında durmak bir yana, Faik Öztrak'ın suçlayıcı sözlerine katıldığını belirten Sayın Kılıçdaroğlu, TSK'nın, CHP Milletvekili Tanrıkulu tarafından dile getirilen insanlık suçu niteliğindeki kimi operasyonlarına, örneğin Uludere/Roboski katliamına suç mahalline giderek karşı çıkmıştı. Hepimize umut veren helalleşme söylemi, başta Dersim kırımı olmak üzere benzer olaylara ve Kürt halkına uygulanan zulme atıf yapıyordu. Ne yazık ki hepsi seçim yatırımıymış!..
CHP'nin, CHP'liliğinden vazgeçemeyeceğini, kimi temel ilkelerini ve derin devlet zihniyetiyle bağlarını gözden geçirip koparmadan değişemeyeceğini yazdığımda karşı çıkanlar, haksız bulanlar, kızanlar oldu. CHP merkezinin Tanrıkulu vaka'sı karşısındaki tutumunu haklılığımın tescili sayıyorum.
Tabuları yıkma cesareti gösteremeyenler geleceği inşa edemezler. Devletin ve devlet kurumlarının dokunulmazlığı, eleştiriden azâde tutulmaları, yüz yıl öncesinin militarist, katı milliyetçi, yer yer ırkçı kırmızı çizgilerini 2000'li yıllarda devam ettirme çabası CHP'yi veya benzer muhalif kesimleri sönümlenip yok olmaktan başka bir yere götürmeyecektir.
Kılıçdaroğlu, "helalleşme" ziyaretleri kapsamında Roboski Aileleri'yle bir araya gelmişti
Demokratlar, barolar, avukatlar nerelerdesiniz?
CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, aynı zamanda uzun yıllar hak ihlalleri davalarına bakmış bir avukat. Sözlerinin suç olmadığını, dile getirdiği olayların ulusal ve uluslararası mahkemelerin kararlarıyla hükme bağlandığını en iyi avukatların bilmesi gerekiyor. Buna karşın, Diyarbakır Barosu hariç, şimdiye kadar barolardan ve Barolar Birliği'nden Sezgin Tanrıkulu'na destek gelmemesi ayrıca düşündürücü. (Gözümden kaçanlar varsa özür dilerim.)
Can Atalay'ın tutukluluğunun devamına ve Meclis'e katılmasının engellenmesine çok haklı ve yerinde tepki veren, adalet nöbetleri tutan yüzlerce, binlerce avukat bu olayda neden bu kadar sessiz? Ya kendilerini demokrat sayanlar? Partiler, örgütler, kişiler, onlar neden susuyorlar?
Bu ülke halkı; kadim mitlerin, tabuların, korkunun perçinlediği devlet tapıncının kıskacında, öğrenilmiş çaresizliğin pençesinde, özgür yurttaş olamamanın acısını yaşıyor. Devletin kutsal bir varlık değil halka, sana, bana, herkese hizmetle mükellef bir yapı olduğu; devlet kurumlarının, bu arada ordunun, halkın üstünde değil hizmetinde birer aparat oldukları ve yurttaşın denetimine açık bulundukları kavranmadan geleceğin dünyasında yerimiz olmadığını bilelim.
Başa dönecek olursam: denetlenemeyen, eleştirilemeyen, halka hesap vermeyen kurumlar otoriter, totaliter rejimlere ve diktatörlüklere özgüdür. Demokrasi mücadelesi bu zihniyete karşı verilen mücadeledir.
Oya Baydar kimdir?Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi. Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı. 1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı. Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı. Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi. 1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu. 1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı. Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı. Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı. Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu. Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı. Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. 2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi. Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960) Deneme - Surönü Diyalogları (2016) Öykü - Elveda Alyoşa (1991) Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) |