Oya Baydar

11 Nisan 2019

Sandığın içine edenler, üstüne tüy dikenler

Umarım AKP kıstırıldığının farkına varır, pislettiği sandığı tez elden temizler, demokrasinin son kalan kırıntılarını yerden toplayabilir

Bırakın hukuk devleti olmayı yasa devleti olmaktan bile çıkan Türkiye’de, demokrasi adına elimizde kalan son dayanak olan sandık da kirletildi. Sandık  demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur ama yeterli koşulu değildir, diyenlere şiddetle karşı çıkan, “demokrasi sandıktır” diyen Erdoğan, kendi lehine olmayan seçim sonuçlarını tanımayacağını göstererek sandığı da bitirdi.

Uzun söz gerek yok, her şey hepimizin gözleri önünde cereyan ediyor. Yerel seçimlere doğru iktidarın manipülasyonları, tehditleri, oy kaydırmaları, engellemeleri, ayrıca da Erdoğan’ın seçim adaleti ve eşitliği ilkelerini hiçe sayan varlığı ve müdahalesi, bugünü önceden haber veriyordu. Millet İttifakı’nın CHP’li adaylarının İstanbul başta büyük şehirlerin hemen hepsini almasının ardından, bu beklemedikleri sonuç karşısında Erdoğan-Bahçeli koalisyonu Ahmet İnsel’in Birikim’deki 7 Nisan tarihli yazısının başlığıyla “Rubikonu aştı.” Bu saatten ve şahit olduğumuz rezilliklerden sonra YSK ne karar verirse versin, seçimler yenilensin yenilenmesin, şu an itibariyle sandık demokrasisinin sonuna gelinmiştir. En azından şimdilik…

Bu YSK bağımsız ve tarafsız olabilir mi?

İktidarın seçim öncesi ve seçim sonrası gerçekleştirdiği manipülasyon ve müdahaleler konusunda çok şey yazıldı, söylendi; daha da yazılacak, konuşulacak. Her saat, her gün yeni bir yasa ihlaliyle, bu kadar da olmaz dedirten akıl almaz yeni bir haksızlık, hukuksuzlukla karşı karşıya kalıyoruz. Sinir uçlarıyla oynanan toplumun tedirginliği öfkeye dönüşüyor. İşlerin bu hale gelmesine neden olanlar şimdi topu YSK’ya atarak bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar. Daha önce YSK’ya aba altından sopa gösteren Erdoğan, üç gün önce 14-15 bin oyla seçim kazanılmaz derken, dün “1 oy farkla bile olsa YSK kararını başımızın üstüne koyarız” diyor. Bir yandan dibe vurmuş güveni onarmaya, yaygınlaşan tepkileri yatıştırmaya çalışırken, öte yandan da kurumlara (YSK’ya) saygı gösterisi yaparak zevahiri kurtardığını sanıyor.

İktidardan bağımsız ve tarafsız olması gereken YSK, bırakalım öncesini, 24 Haziran 2018 seçimlerinden beri her seçim ve referandumda tarafsız olmadığını kararlarıyla gösterdi. Son seçimlerde ise kendi içtihatlarını bile çiğneyen keyfî ve taraflı kararlar ayyuka çıktı. Şu sırada gözler İstanbul’a dönmüş, dikkatler buraya kilitlenmiş durumda; güneydoğu illerindeki akla ziyan hak ihlalleri, seçim hileleri, seçmen kaydırma, tehdit, baskı, kaçırılan, değiştirilen oylar kimsenin umurunda değil. Buralarda HDP’nin itirazlarının hiçbirinin kâle alınmadığını, seçilmişlere mazbatalarının verilmediğini (Erdoğan önceden de haber vermişti zaten) kimse söz konusu etmiyor. Ünlü şanlı yorumcularımız yazarlarımız kamuoyu yoklamacılarımız HDP’nin bölgedeki oy kayıpları, AKP’nin oy artışı üzerine yorumlar döktürürlerken, o oy kayıplarının gerçek nedenleri üzerinde durmaya gerek görmüyorlar.

Büyükçekmece’de düzmece ihbarlarla, gerekçesiz itirazlarla ilçeyi kuşatılmış düşman topraklarına dönüştüren, evlere girip operasyon yapanlar, insanları fişleyen, tedirgin edenler Şırnak’a, Cizre’ye, Kürt seçmenin yoğun olduğu yerlere kaydırılan asker, polis, özel harekatçı, AKP’li, MHP’li, vb. seçmen sayısından habersiz görünüyorlar.

Erdoğan tarafından atanmış ve ona gönül bağı olduğu bilinen YSK Başkanı’nın, iktidarın 2016’da atadığı YSK üyelerinin, kendi namusları ve vicdanları ile Erdoğan’da temsil edilen iktidara bağımlılıkları arasında vicdanlarından yana tercih yapacakları konusunda eldeki veriler maalesef olumlu işaret vermiyor. Aksi durumda, yani seçimlerin iptalini, yenilenmesini reddetmeleri ve İmamoğlu’na mazbatasını vermeleri durumunda benim gibi kötümserleri mahcup ederek demokrasinin büsbütün yok edilmesi girişimini engellemiş olacaklar. Bunu, milletin ezici çoğunluğunun, hatta aklı başında AKP’lilerin de bütün kalpleriyle dilediklerini biliyorum.

Yapabilirler mi? Keşke… Keşke iktidarların geçici olduğunu bilip vicdanlarının sesini dinleseler, YSK’yı yeniden güvenilir bir kurum haline getirebilseler.

Benim değilse batsın zihniyeti

Erdoğan ve şürekâsı, ayrılmak isteyen karısını çekip vuran erkeğin ruh halini sergiliyor. Belediyelerin iyi işlemesi, halka kaliteli hizmet vermesi, şehirlerin kalkınması, insanların huzur içinde yaşaması hiç umurlarında değil. Mesele rantı kaybetmemek. İstanbul’u kaybettiğini anlayan Erdoğan’ın, “Belediye Meclislerinde çoğunluk bizde, onları topal ördek yaparız” itirafı fazla söze gerek bırakmıyor. Benim olmayan belediyeyi çalıştırmam, elini kolunu bağlarım, diyor kısaca.

Bu zihniyet sandık demokrasisi konusunda da kendini gösteriyor: Ben kazanırsam sandık kutsaldır, kazanamadığım sandık şaibelidir.

Bahçeli’nin diktiği tüy

İçine edilen demokrasi sandığına tüy diken, beklenebileceği gibi MHP reisi ve derin devletin Erdoğan nezdindeki komiseri Bahçeli oluyor. “Vicdanlar rahatlayacaksa İstanbul seçimleri iptal edilebilir” diyor.

Öncelikle hangi vicdan, kimin vicdanı? Bahçeli’nin varlığı kuşkulu vicdanı mı? Kankası Erdoğan’ın ve benzerlerinin vicdanı mı, yoksa on milyonlarca seçmenin vicdanı mı? (İmamoğlu’nun İstanbul’da aldığı oy MHP’nin toplam oyundan kat ve kat fazla.)

Daha önce, tam da seçimler sırasında gündeme getirdiği, il belediye başkanları seçilsin onlar ilçelere kendi adamlarını tayin etsin önerisi ile, sıkı merkeziyetçi faşizan bir Türkiye istediğini ortaya koymuş olan Bahçeli, benzer çıkışları ve önerileriyle seçimli otokratik rejimden faşizan devlet iktidarına giden yolun taşlarını birer birer döşüyor.

Devlet Bahçeli’nin, Cumhur İttifakı’nın ortağı olmaktan öte, şoven milliyetçi- Türkçü faşist zihniyetin temsilcisi ve sözcüsü olduğunu uzun süredir yazıp söylüyorum. 1990’lardan beri (AKP’nin ilk dönemi hariç) önemli dönemeçlerde Türkiye siyasetinin yönü iktidarın her daim gerçek sahibi olan derin güçler tarafından çizilmiş ve Bahçeli aracılığıyla uygulanmıştır. Mutlak iktidar uğruna her şeyi yapacak tiğnette olan Erdoğan’ı da bu güçler teslim almıştır. 7 Haziran 2014 seçimlerinden bu yana, “devlet aklı” dense de hiç de akıllı olmayan Türk derin devleti, Türkiye siyasetine Erdoğan- Bahçeli, bir ölçüde de Soylu-Ağar koalisyonuyla yön vermekte ve ülkeyi bir yandan batağa bir yandan da demokrasinin sonuna doğru sürüklemektedir.

31 Mart seçimlerinin sonuçları Erdoğan AKP’sini MHP’ye daha da fazla mahkûm etmiştir. Hatta daha ileri gideyim, derinler Erdoğan’ı gözden çıkarmaya hazırlanıyor bile olabilirler. Kendini dağıtmış görünen Reis’in telaşı belki de bunu fark etmeye başlamasındandır.

Sandığa tüy dikilmesinin önüne geçebilmek ve kuşatmayı yarabilmek için yapılacak tek şey: Sandığı temizlemek, milletin iradesine mızıkçılık yapmadan saygı göstermektir.

Umarım AKP kıstırıldığının farkına varır, pislettiği sandığı tez elden temizler, demokrasinin son kalan kırıntılarını yerden toplayabilir.

Umarım, ama pek de umudum yok aslında. İş yine bizlere, demokrasiden, barıştan, hukuktan yana kesimlere düşecek. Ve Sisifos gibi, kayayı bir kez daha zirveye çıkarmak için kolları sıvayacağız.

Ama şu da unutulmasın: Bugün dünden daha kalabalık, daha güçlü, biraz daha akıllı ve kararlıyız. Karşımızdakiler ise işleri yüzlerine gözlerine bulaştırmış durumdalar.