“Ne diyorlar? Ekonomi bitti, ekonomi battı. Bunlar nankör. Türkiye’nin dört bir yanında, içeride dışarıda terörle bu denli büyük mücadele verilirken bu mermi, kurşun, kalkan uçaklar, helikopterler fıstık leblebi mi dağıtıyor? Bunların hepsi para değil mi, hepsi ekonomi değil mi!”
AKP Reisi ve “Türk tipi Başkan” Erdoğan’ın bu sözleri, yaşamakta olduğumuz ekonomik, siyasal, toplumsal krizin hem itirafı hem de herkesin anlayabileceği bir açıklamasıdır. Tayyip Bey, ekonominin batmakta olduğunu dolaylı bir söylemle kabul ediyor. Ardından, halkı açlık sınırına dayandıran, temel gıda maddelerine muhtaç hale getiren pahalılığın, yoksullaşmanın, ekonomik çöküşün en önemli nedenlerinden birini dile getiriyor: Savaş ve silahlanma harcamaları…
Son beş yılda ülkenin adım adım sürüklendiği topyekûn kriz, sadece savaşın ekonomiye verdiği zarardan kaynaklanmıyor kuşkusuz. Savaşçı, yayılmacı, çatışmacı militarist zihniyetin dış politikaya yansıması, ülkemizi dünyanın gözünde ilkesiz, tutarsız, ne yapacağı belirsiz, saldırgan bir konuma itiyor. “Beka” demagojisiyle sürdürülen kin ve nefret söylemi, toplumdaki fay hatlarını derinleştiriyor, insanları cepheleştiriyor, düşmanlaştırıyor.
En korkunç terör olayı savaştır
“İdlib’de, Afrin’de ölen evlatlarımız neyin şehidi” başlıklı son yazımda, savaşa harcanan milyar dolarları sorgulamıştım. “Sınır ötesinde savaş sürdürmenin, sınır ötesine yerleşmenin Türkiye’ye maliyeti ne kadar? Bugün yaşadığımız ve derinleşecek ekonomik krizde yıllardır süren savaşın, silahlanmanın payı nedir? S-400’lere, F-35’lere, daha bilmem nelere ne harcanıyor?” diye sormuştum bir “nankör terör işbirlikçisi” olarak.
En şiddetli, en korkunç terör olayı savaştır. Kimilerinin hayalci budalalar saydığı ama’sız barışçılar, bu yüzden savaşın da, terörün de her türüne karşıdır. Bize göre haklı terör yoktur ve toprağını, vatanını, halkını saldırılara karşı savunma dışında hiçbir savaş haklı olamaz. Bu yüzden benim için, bizim için terörle işbirliği yapmak, savaşı kutsamak, savunmaktır.
Toprağınıza, vatanınıza, halkınıza saldırı varsa sınırlarınızı korumak, toprağınızı, halkınızı savunmak hem hak hem de görevdir, ama başka ülkelerin topraklarına kilometrelerce girip dağını taşını bombalamak, hava akınları düzenlemek, başka halkları yerlerinden edip demografik yapı değiştirmek, hakka adalete sığmaz.
Önleyici savaş veya saldırı ihtimalini kaynağında yok etme, terörü kaynağında kurutma stratejisi, yabancı topraklara müdahalenin bilinen gerekçesidir. Başta ABD, süper güçler ve korsan devletler bunu öteden beri yaparlar. Yaşamakta olduğumuz geçiş dönemi kargaşasında, şu çivisi çıkmış dünyada, hele de Ortadoğu’da kimsenin kimseden hesap soracak hali kalmadığından, uluslararası hukuk keyfî şekilde yerle bir edildiğinden, nüfuz ve iktidar mücadelesi ahlâkî-vicdanî değerleri ezip geçtiğinden, oralarda “bayrak göstermek” kısa vadede getiri sağlar gibi görünse de, gelecekte ağır bedellere gebedir.
Ben mi el âlemin topraklarını bombalayın dedim!
Sınırlarımızın ötesinde sürdürülmekte olan savaşın ağır maddî -manevî yükünün toplumda iyiden iyiye hissedilmeye başladığı şu günlerde Sayın Erdoğan’ın sözleri, bu ağır bedeli insanlarımızın kabullenmesini sağlamayı amaçlıyor. Bir çeşit “Aldırma, canbaza bak!” yöntemi. Mutfak enflasyonu yüzde 80’i mi aştı (Benimki gerçekten de yüzde 90’larda ve yaşam standardım yarı yarıya düştü), bırak insanca yaşamayı karnını doyurmakta zorlanıyor musun, işsizlik son yılların en yüksek düzeyine mi ulaştı, Aldırma! Bak ne güzel savaşıyoruz, ne çok bomba atıyoruz, sınırlarımızın ötesine ne ordular, ne birlikler gönderiyoruz, ne çok canı “etkisiz hale” getiriyoruz ve ne çok evladımızı şehit veriyoruz!
Kalkan uçakların, helikopterlerin fıstık, leblebi dağıtmadığını biliyoruz. O uçaklar, helikopterler, insansız hava araçları, daha bilmem hangi savaş makineleri fıstık leblebi değil bomba, kurşun, mermi atıyor, biliyoruz. Peki neden? Bana mı sordunuz komşu ülkelere girelim mi, oralara yerleşelim mi, o topraklara bomba yağdıralım, oraların halklarına korku salalım mı diye! Bana mı sordunuz, halka mı sordunuz savaş isteyip istemediğimizi.
Kendi iktidarınız, kendi beka’nız için; fütuhat hırsınız, bölge hakimiyeti hayalleriniz, ve de güdümünde olduğunuz derin odakların sığ planlarını gerçekleştirebilmek için sürdürdüğünüz savaşın bedelini neden halkımız ödesin, neden ben, sen, biz ödeyelim!
Geçtim etten, sütten, peynirden; yaz mevsiminde bir kilo kiraz, bir kilo erik, bir kilo meyve alamayanları mermiyle, kurşunla, bombayla ve de o vıcık vıcık hamaset edebiyatınızla mı doyuracaksınız?
Ne iyi olurdu o uçaklar, o helikopterler kurşun, mermi, bomba yerine fıstık leblebi dağıtsaydı. Ne iyi olurdu un, pirinç, fasulye, peynir, et, süt kolileri atsaydı her gün biraz daha yoksullaşan ve yoksunlaşan insanlarımıza. Hem de bölge, dil, din, inanç, kültür ayrımı yapmadan…
O zaman ülkemizle övünebilirdik, kötücüllüğü yenip kucaklaşabilirdik. Barışı kurup ülkemizi ayağa kaldırmak için her türlü fedakârlığa katlanırdık. Ama savaş için, silahlanma için, sizlerin iktidarı ve beka’sı için asla!..