Tek adam rejimine ve Erdoğan iktidarına karşı olan toplumsal-siyasal kesimler ne zamandır ilk kez, bu iktidardan kurtulmak mümkün olabilir duygusu edinmiş görünüyorlar. 16 Nisan referandumundaki kıl payı (ve şaibeli) sonuçlar, Reis ve partisinin inişe geçtiğinin ilk belirtisiydi ama muhalefetin dağınıklığı ve pasifizmi yüzünden yakalanan umut havası yaşatılamadı.
Şimdi durum farklı. Bir zamanlar “İşçiden, işçiden yana esiyor yel” diye türküler söylerdik, bugün de “Diktatörlüğe karşı, muhalefetten yana esiyor yel” diyebiliriz. Ancak yelkenlerimizi o rüzgârla şişirmek için sadece iyimserlik, umut, coşku yetmez. Öncelikle bütün güçleri aynı noktaya/amaca yoğunlaştıracak planlı, hesaplı, birlikli bir seçim örgütlenmesi; bireysel, örgütsel, partisel çıkarları değil ortak amacı öne alan bir demokratik mücadele bilinci; yetmedi, ittifak içi (millet ittifakı) ve ittifak dışı (HDP) muhalefetin birbirine rakip olmak yerine kendi sınırlarını aşan fedakârca işbirliği gerekir.
İşte tam bu noktada, AKP cenahının yaygınlaştırıp kışkırttığı “Reis nasıl olsa kazanır, kazanamayacağı seçime girmez” propagandası, soldaki kimi odaklarda, ayrıca da Güneydoğu’da son iki yılın yıkımı altında umudunu haklı olarak yitirmiş kesimlerde, Erdoğan kaybetse de iktidarı vermez, algısına dönüşüyor. 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşananlar bu algıyı pekiştiriyor.
Reis’i kazandırmamak bizim elimizde
Uzun söze gerek yok: Nasıl olsa kazanır, kazanmasa da iktidarı vermez diyerek seçimleri boykot çağrıları yapmak, sandığa gitmemek -sonuçların toplam seçmen sayısı değil geçerli oy sayısı üzerinden hesaplandığı düşünülecek olursa- Reis’e ve AKP-MHP ittifakına oy vermiş olmaktan başka anlam taşımayacaktır. Nasıl olsa kazanır, kaybetse de ne yapar yapar yerinde, kalır ruh hali tam bir teslimiyet ve havlu atma halidir. Hele de, 68’in “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” sloganını pek seven sol devrimci kesim açısından, tam bir çelişkidir.
Öncelikle: Nasıl olsa kazanır, durumuyla karşı karşıya değiliz. Erdoğan ve adamları ilk kez, hele de birinci turda kazanamayacaklarının işaretlerini almış ve tutuşmuş durumdalar. Attıkları her adım telaşlarını gösteriyor ve telaşla attıkları adımlar ayaklarına dolanıyor. Muhalefet güçlü bir rüzgâr yakalamış durumda. Güvenilir, tarafsız kamuoyu yoklamaları bunun ipuçlarını veriyor. Özellikle CHP ve cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, şimdili büyük hata yapmadan seçim kampanyasını sürdürüyor ve gün be gün daha fazla ilgi görüyor. Millet ittifakı dışında bırakılan ve cumhurbaşkanı adayı tutuklu bulunan HDP ise, hedeflendiği gibi silinmek yerine, bu adaletsizlik ve haksızlık nedeniyle bile seçmen nezdinde moral üstünlük kazanıyor.
Kaybedip de iktidarı vermemek ne demektir!
Erdoğan ve suç ortaklarının iktidardan düşmekten korkmalarını anlamak mümkün. Peki kaybederlerse ne yapabilirler? Evet, her türlü melaneti… En basiti, 7 Haziran manevralarının tekrarı. Ama bu defa yemezler. Millet ittifakı partileri bu defa da aynı aymazlığa düşerlerse, o başka. Ben düşmeyeceklerini sanıyorum. Başka hangi kozlar var iktidarın elinde? Seçim sonuçlarıyla oynamak, türlü ayak oyunuyla, özellikle belli bölgelerde seçmen iradesinin sandığa yansımasına engel olmak ya da seçim hilelerine başvurmak. Bu defa sadece siyasal partiler değil sivil toplum, demokratik yapılar eskiye oranla daha duyarlı ve örgütlüler. Zayıf karın, Güneydoğu kırsalı. Ama işte tam da bu noktada, eğer Millet ittifakı bileşenleri belayı defetmeye gerçekten kararlılarsa, büyük bir aymazlıkla ittifak dışında bıraktıkları HDP’nin oylarını kendi oyları gibi korumak için gerekli önlemleri alabilirler. (Mesela taşınan sandıkların seçmenlerinin naklinde, ulaşımında, vardıkları noktada karşılaşacakları engellerin aşılması için devreye girmekte, vb. yardımcı ve müdahil olarak…)
Peki seçimleri kazanamayan düşük iktidar, provokasyonlar örgütleyerek (7 Haziran-1 Kasım arasında olanları unutmayalım), silahlandırılmış lumpen güruhları meydanlara salarak (Hani şu Belgrad ormanlarına gömülmüş “şeyler”i çıkarttırıp halka çevirerek) ya da “Allahın lütfu” bir darbe sahneye koyarak yerinde kalmayı denerse… Bu sadece bir varsayım, ama diyelim ki böyle oldu. “Kaybetseler de bırakmazlar, demiştik” diye el ovuşturup, boyun büküp seyir mi edeceğiz, yoksa kitle gücüyle ve uygun demokratik yöntemlerle, gayri meşru konuma düşmüş olanların karşısına dikilip, “no pasaran” mı diyeceğiz?
24 Haziran bir son değil sadece başlangıç
Hiç unutmamamız gereken, 24 Haziran’ın ve 8 Temmuz’un bir son değil, yeşermiş olan umutların büyümesi için bir başlangıç olduğu. Kötü senaryo: Erdoğan ve AKP seçimleri şu veya bu şekilde kazanabilir. Ama muhalefet geçmişe oranla çok daha fazla yol almış ve üstünlük sağlamış olacaktır. Reis’in partisinin artık kitlelere vaad edebileceği, söyleyebileceği yeni bir şey kalmadığı gibi, sebep olduğu bunalımı ve enkazı büyütmekten başka bir şey de yapamayacaktır. Güçlü, akıllı, cesur, kararlı ve en önemlisi önerdikleriyle Türkiye’yi ikna edebilen bir muhalefet, tek adam iktidarını her adımda zorlayıp kitleleri kazanarak bir sonraki raundda zafere ulaşabilecektir.
Rüzgârların farklı bir yönden esmeye, memnuniyetsizlerin üzerlerindeki ölü toprağını atmaya, umudun korkuyu yenmeye başladığı görülüyor. Bu iyi bir başlangıç. Önümüzdeki seçimlerde, olmazsa çok yakın bir gelecekte ülkenin kaderini değiştirmek elimizde. Yeter ki umutlu, gerçekçi, çalışkan olalım.
Ama buldumcuk olmayalım, gaza gelmeyelim. “Nasıl olsa kazanır, kaybetse de iktidarı vermez” teslimiyeti kadar, “Bu iş artık bitti, tamamdır, kazanıyoruz” kof iyimserliğini de aşıp işe koyulma, tek adam diktatörlüğüne karşı en geniş cephenin desteğini ve oylarını kazanmak için karınca gibi çalışma günlerindeyiz. 25 Haziran’da, şöyle ya da böyle her şey yeniden başlayacak. İktidarda da olunsa muhalefette de kalınsa gerçekçi, halkçı, barışçı bir programla cesaretle yürüyenler geleceği kazanacak. “Her hal, ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri” diyerek yürüyelim.