Oya Baydar

05 Ocak 2010

Nasıl Bu Hale Geldik?

Yılbaşının ertesi günü Genelkurmay’dan yapılan buruk ve biraz da suçlayıcı açıklama...

Yılbaşının ertesi günü Genelkurmay’dan yapılan buruk ve biraz da suçlayıcı açıklama memlekette yaşanan ruh halini güzel ifade ediyordu. İki askeri aracın, Genelkurmay’ın en gizli dosyalarının saklandığı Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda bir süredir inceleme yapmakta olan hâkimi izledikleri kuşkusuyla durdurulup aranması, Genelkurmay’ın, “son günlerde yaşananların kişileri ve toplumu ne hale getirdiği” değerlendirmesine neden olmuştu. Açıklamada, toplumsal bir paranoya yaşadığımız ima ediliyordu ve bu teşhis gerçekten de doğruydu.
Bu satırların yazarı, son birkaç yıldır konuştuğu-yazdığı, sesini duyurabildiği her yerde, içinde debelendiğimiz toplumsal cinnet halinden, güvensizlik ve paranoyadan söz eder durur. Herkesin herkese kuşkuyla baktığı, “bizimkiler”in “sizinkiler”e asla güvenmediği, sizinkilerin bizimkileri tepelemek, ötekini bertaraf etmek için bütün yolları mübah saydığı, bir taraf ak diyorsa, ötekinin körükörüne kara dediği, öfkenin aklı ve yüreği yendiği, cepheleştirilmiş, yarılmış bir insanlar topluluğuna dönüştüğümüzü  görmemek mümkün mü?

İşin bir başka yüzü daha var: Toplumsal cinnet ve paranoya bireysel cinneti ve paranoyayı körüklüyor. Artık cinayetler bile eskisi gibi “Seviyordum, reddetti; çektim, vurdum Hâkim Bey”, ya da “Namusuma söz etti; dayanamadım, öldürdüm, pişmanım” cinayetleri değil. Sevgililerin başları, önceden edinilmiş testerelerle, bıçaklarla kesiliyor; arkadaşın ırzına geçilip sonra işkenceyle öldürülüyor, düğün evleri çoluk çocuk, kadın, genç ihtiyar gözetmeden taranıp onlarca can birden alınıyor, anneler çocuklarını öldürüyorlar, gazeteler işkence kurbanı bebelerin fotoğraflarıyla dolu, hırsızlar artık para, mücevher çalmakla yetinmiyor oksijen tüpüne bağlı bir çocuğun nefes almasını sağlayan cihazı, bir başka engellinin protez bacağını, yerde kanlar içinde yatan kaza kurbanının yanına koşan doktorun çantasını, ya da iki yüz elli lira dul yetim aylığını yeni almış ihtiyar, çok ihtiyar kadının parasını çalıyorlar. Suçlar bile masumiyetini yitirdi artık.

Bu karanlık, karamsar, ama ne yazık ki gerçek olan resim karşısında, toplumun çoğunluğunun ve Genelkurmay’ın yaptığı gibi,  “Cıkk, cıkk, cıkk... bakın ne hale geldik! Toplumu ne hale getirdiler” diyerek, topu ve suçu başkalarına atıp hayıflanmak yerine biraz kendimize, biraz da son altı-yedi yıldır gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım, diyorum ben. Soruyu da “Nasıl bu hale geldik?” diye sormayı yeğliyorum.

***

Hatırlıyor musunuz? Altı yıl kadar önce görece barışçı ve olaysız geçtiğine sevindiğimiz Newroz günlerinin hemen ardından Mersin’de bir bayrak provokasyonu yaşanmıştı. İki uzun paltolu adamın toplaşmış kalabalığın içindeki çocuklara Türk bayrakları verdiğini, sonra da bu bayrakların yakıldığını ekranlarda canlı canlı seyrettik. Ardından, “sözde vatandaşlar” bayrağımızı yakıyorlar diye kıyamet kopmuş, Mersin’in Kürt mahallelerine saldırılmıştı. O gün bugün, bayrağa saygı değil hakarete varan, bayrağı birliğimizin simgesi olmaktan çıkarıp, araçsallaştırıp ötekinin kafasına sopa gibi sallayan bayrak çılgınlığı ve fetişizmine tanık olduk. Kürtlerin yoğun olduğu semtlerde, azınlıkların oturduğu mahallelerde kapılar çalınıp “bayrak asın” hatırlatmaları (!) yapılmıştı o günlerde. Siz hatırlamasanız da ben hatırlıyorum. Çünkü bu olayın ardından çok imzalı bir yurttaşlar bildirisi çıkarmıştık. Bildirinin başlığı “Kaygılıyız, Uyarıyoruz”du. Toplumu cephelere bölecek, yurttaşların bir bölümünü “sözde” sayacak, Kürdü, Türkü, Ermeniyi, Rumu birbirine düşman edecek provokasyonlardan duyduğumuz kaygıyı dile getiriyorduk ve devletin bütün kurumlarını uyarıyorduk.

O bildiriye bakıyorum bunca yıl sonra, bir korku kaplıyor içimi. Olacakları sanki görmüşüz. Örneğin azınlıklara yönelebilecek suikastleri, Hrant Dink cinayetini, kışkırtılan şoven milliyetçiliğin Türklerle Kürtler arasında o güne kadar yaşanmayan çatışmaları körükleyebileceğini, toplumun cephelere ayrılmasının ülkeyi nasıl bir yarılmanın eşiğine getireceğini yazmışız, uyarmışız.

Hatırlıyor musunuz Hrant’ın öldürülmesine giden yolun taşlarının o günlerde nasıl bir bir döşendiğini? Ben hatırlıyorum. Tarihçilerin, toplum bilimcilerin katılacağı ilk Ermeni Konferansı'nın halen Ergenekon davası sanığı olarak tutukevinde bulunan Kerinçsiz, Veli Küçük, vb. gibi kişilerce nasıl sabote edildiğini; bu kişilerin ve yandaşlarının suç duyurularıyla Hrant Dink ve Agos Gazetesi aleyhine nasıl peşpeşe davalar açıldığını; o duruşmaların her birinde aynı kişilerin, yargılananları mahkeme kapılarında ve salonlarında, hâkimin karşısında nasıl pervasızca taciz ettiklerini, bu ülkenin en iyi evlatlarından biri olan Hrant’a suikasti nasıl kışkırttıklarını ve sonunda Ogün Samast’tan, yani  “bir bebekten” nasıl “bir katil” yarattıklarını hatırlıyor musunuz?

Şemdinli olaylarını hatırlıyor musunuz mesela? O, gün gibi açık provokasyonu; provokatörlerin kitabevine bomba atmakla kalmayıp halka, hatta olay yerinde inceleme yapan savcıya ve CHP milletvekiline de ateş açtıklarını; zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı'nın “tanırım, iyi çocuktur” diyerek ilk andan sahip çıktığı, sonra kamuoyu baskısıyla yargılandıkları sivil mahkemede 39 yıla mahkûm edilen “devlet görevlileri”nin askeri mahkeme tarafından serbest bırakıldıklarını hatırlıyor musunuz? Haa, bir de sivil mahkemenin savcısının meslekten ihraç edildiğini, bırakın savcılığı artık avukatlık bile yapamayacak hale getirildiğini... Planlanmış olan kanlı provokasyonun bölgeye hakim olan DTP’nin basiretiyle, halkın galeyana gelmesini, ayaklanmasını engellemek için harcadığı çabalarla boşa çıkarıldığını hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum; olayların hemen ardından bölgeye giden bir gazeteci ve yurttaş heyetinin içindeydim. Şemdinli’nin, Yüksekova’nın insanlarının “Biz canavarı kuyruğundan yakaladık, elimizi tutun, birlikte asılalım, canavarı yok edelim” diye yalvarışlarını; ilk andaki umutlarını ve sonraki büyük hayal kırıklıklarını hatırlıyorum.

Danıştay cinayetinin ardından, cenaze töreninin nasıl bir derin devlet gösterisine çevrildiğini, sanki katil onlarmış gibi, bakanların, milletvekillerinin nasıl tartaklandığını, yuhalandığını, arkada açılan dev “ordu göreve” pankartlarını, halkı birbirine kırdırmaya yönelik sloganları hatırlıyor musunuz? Sonra televizyon programlarıyla, medya aracılığıyla şoven milliyetçiliği körükleyen, saf ve iyi insanların korkularını sömüren yayınları; o saf, iyi, vatansever, barışçı insanların, mesela dünkü can dostunuzun, komşunuzun yavaş yavaş aynı sloganları papağan gibi tekrarlayan askerlere dönüştüğünü hatırlıyor musunuz?

Bir ayrıntı sayılır büyük tablonun içinde, ama yöneticileri halen tutuklu olan bazı derneklerin bütün televizyonlara yansıyan üye kabul törenlerinin insanı ürperten sahnelerini de mi hatırlamıyorsunuz? Hani üzerine büyük bir bayrak serili masanın etrafına sıralanmış üye adaylarına, silah ve kitap üzerine el bastırıp vatan ve örgüt uğruna ölmek ve öldürmek yemini ettiren emekli askerleri...Bu örgütlenmenin bir ucunun Mersin’de, öteki ucunun Trabzon’da oluşunu... Bu küçük ayrıntıları hatırlamıyorunuz belki de.

***

Yüzlercesini değil binlercesini saymak mümkün benzer olayların. Neden mi hatırladım şimdi bunları? Nasıl bu hale geldik, diye sorarken yardımcı olur, ipuçları verir diye. Toplumu ne hale getirdiler diye yakınıyor Genelkurmay; haklı. Evet, paranoyak olduk ve paranoya her türlü kötülüğe, hatta cinayete kadar götürür insanları.  Paranoyanın tetikleyicisi ise güven eksikliğidir, kişinin veya toplumun neye güveneceğini bilememesi, koruyucu kişi, kurum ve mekanizmalara güvenini yitirmesidir.

Peki ben de bir soru sorayım şimdi: Devletin kurumları, biz zavallı vatandaşların gözlerinin içine baka baka yalan söylerse, mesela elemanlarının taşıdığı kartlardan (benim 1993’te ODTÜ’de görmüşlüğüm var), tanıklıklardan, bizzat kurucusunun ağzından, binlerce belgeden ve olaydan hareketle varlığından kendi varlığımız kadar emin olduğumuz JİTEM “bünyemizde yoktur” diyorlarsa resmen, bizler tüm güvenimizi yitirip paranoyak olmayalım da kimler olsun? 

Mesela güvencemiz, son başvuru merciimiz olan yargı yargıya karşıysa, yargıçlar birbirini dava ediyor, savcılar birbirini dinliyorsa; yargıya saygı duyalım, yargı sürecini bekleyelim falan derken çıkan kararlar ve yargı süreçleri, yurttaşların hak- hukuk duygularını, vicdanlarını tatmin etmekten uzak kalıyorsa; kimin kimi neden dinlediği, kimin elinin kimin cebinde olduğu belirsizse ve gerçekler bizlerden sürekli gizlenip sürekli yalan söyleniyorsa, güvenimizi nasıl koruyalım ve nasıl paranoyak olmayalım?

Mesela hükümet açılımlar ilan ediyor, umut dağıtıyor. Bir an tünelin ucundaki ışığı gördüğümüzü, görebileceğimizi sanıyorsak, sonra iki adım ileri bir adım geri bile değil, bir adım ileri, iki adım geri gidildiğini görüyor, bunun hayal kırıklığını, umut kırılmasını yaşıyorsak, nasıl güvenelim?

Mesela Meclis’e bakıyoruz; irademiz orada yansıyacak diye. Gördüğümüz, duyduğumuz; sadece itiş kakış, laf yarışı, husumet, kin, düşmanlık, birbirini ne bahasına olursa olsun yok etme güdüsü. Demokrasiyi  ve haklarımızı savunması gereken muhalefetin Türkiye’yi statükocu, vesayetçi güçlerin cenderesine sokmak için attığı perendeler, yıkıcı muhalefet taktikleri. Bu manzara karşısında güvenimizi yitirip, kendini koruma içgüdüsünün en ilkel biçimlerinden olan paranoyaya nasıl kapılmayalım?

“Toplumu ne hale getirdiler!” diyen bütün kurum ve kuruluşlar, iktidarıyla muhalefetiyle bütün siyasal mihraklar, yazılısı görseliyle bütün medya ve tek tek hepimiz, “Nasıl bu hale geldik? diye önce kendimize sormalıyız. Bu kadar derin ve bir o kadar haklı bir güvensizlik ortamında yayılan toplumsal paranoyayı yadırgamamalı, bunda kendi payımızı sorgulamalıyız. Koruyucu ilk önlem olarak da, hiçbir kurumun, hiçbir merkezin ve mihrakın askeri, kulu olmadan, 3 Maymun Virüsü’ne direnip bizi hapsettikleri dar kafeslerin parmaklıklarını yıkacak adımları zor da olsa atmalıyız. O kafeslerin ve parmaklıkların kendi kafalarımızın içinde olabileceğini de hesaba katarak...