Oya Baydar

26 Şubat 2014

Manidar pislikler, pis manidarlıklar

Milletçe, ülke büyüklüğünde bir pislik çukurunda debeleniyoruz. Her geçen gün çukur biraz daha doluyor, pis kokular biraz daha dayanılmaz oluyor, biz insancıklar pisliğe biraz daha gömülüyoruz. Nefes alamaz olduk, boğuluyoruz.

Milletçe, ülke büyüklüğünde bir pislik çukurunda debeleniyoruz. Her geçen gün çukur biraz daha doluyor, pis kokular biraz daha dayanılmaz oluyor, biz insancıklar pisliğe biraz daha gömülüyoruz. Nefes alamaz olduk, boğuluyoruz.

En azından ben böyle hissediyorum. Abartıyor muyum? Sanmam, çünkü hangi kesimden, hangi siyasetten olursa olsun, bu ülkede neler olup bittiğini biraz izleyen, insana topluma birazcık duyarlı herkesin aynı duyguları paylaştığını biliyorum. Daha önce de yazdım, tekrarlamaktan alamayacağım kendimi: Türkiye insanları artık korkuyor. Yaşamları ve îmanları para olan bir avuç vurguncu soyguncu, bir de neler olup bittiğini fark edemeyen toplumsal duyarlılık engelliler dışında, insanlarımız gelecek umudunu ve yarınlara güvenini giderek yitiriyor. Sesleri çok, sayıları ve idrakleri az gürültücü amigolar, bir de her kesimin “ölmeye ölmeye geldik” kıvamındaki askerleri dışında, artık hiç kimse hiçbir şeye inanmıyor. Bu ruh hali, toplumsal-siyasal kirlenmenin bulaşıcı bir hastalık gibi hepimizi etkisi altına aldığının belirtisidir. Pasif içiciler gibiyiz; çevremizdeki pisliği soludukça yüreğimizde, vicdanımızda, kafamızda yaralar açılıyor.

AKP ile Cemaat arasında gibi görünen, aslında bütün siyasal kesimleri içine çeken iktidar çatışması tam bir kirli savaşa dönüştü. Kimse kendini kandırmasın, bu kadar kirli bir savaşın kesin galibi olmayacak, mağlubu ise bütün Türkiye; hepimiz olacağız.

 

Her hamle manidar ama arkası boş değil

 

17 Aralık’ta, başta Erdoğan olmak üzere AKP Hükümeti’ni hedef alan yolsuzluk soruşturmalarının zamanlaması, evet, manidardı. Besbelli birileri düğmeye basmıştı. Ama soruşturmaların arkası hiç de boş değildi. Olmadığı; sadece dışa yansıyan iddianame ve fezleke içerikleriyle değil, Erdoğan ve hükümetinin soruşturma ve kovuşturmaları engellemek için, demokrasiye kastetmekten ekonomiyi altüst etmeye kadar her şeyi göze almalarıyla ortaya çıktı. 25 Aralık’ta, bu defa Tayyip Erdoğan ve Oğlu Bilal’i hedef alan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının engellenmesi, ardından binlerce yargı ve emniyet mensubunun hallaç pamuğu gibi oradan oraya savrulması (ki hâlâ devam ediyor bu fırtına) bir suçun, pisliğin gizlenmek istendiğinin kanıtıydı.

Ancak zamanlaması manidar denilerek engellenen yolsuzluk soruşturmaları, Tayyip Erdoğan ve kadrolarına ne zamandır kolladıkları fırsatı verdi. Can havliyle, normal koşullarda cesaret edemeyecekleri bir dizi antidemokratik, keyfî, totaliter yasa değişikliği yapmaya, O-hal yasaları çıkarmaya giriştiler. Bahane; Cemaat’ten ve bazı dış güçlerden kaynaklanan bir darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kaldıklarıydı. Gerçeği göz ardı etmezsek, Cemaat’in yargı ve enniyetteki gücünü kullanarak Erdoğan’ı zorlamaya, mümkün olursa Erdoğan’sız AKP formülünü devreye sokmaya yönelik bir müdahalesi olduğunu görmezden gelemeyiz. Ancak, Tayyip Erdoğan’ın iç ve dış darbecilere karşı İstiklâl savaşı vermekte olduğu savıyla ortalığı alt üst etmesi kamuoyunun geniş kesimlerinde pek inandırıcı bulunmasa da, senaryo hiç de kötü değildi. Üstelik, meşru iktidara karşı darbeyi kabullenemeyecek demokrat ruhları da okşuyor; “acaba” sorusunun sorulmasını engelliyordu.

Bu gözle bakarsak; kişi hak ve özgürlüklerinin ve de demokrasinin ruhuna Fatiha niteliğindeki yeni MİT yasası tartışmaları sırasında, iki gün önce iki iktidar gazetesinde birden çıkan 7 bin kişinin dinlendiği haberinin zamanlaması da manidardı. 17 Aralık (ve akim kalan 25 Aralık) yolsuzluk soruşturmalarının manidarlığı Cemaat’in niyetlerinin pis kokularını taşıyorsa, dinleme haberinin zamanlaması da Hükümet’in demokrasiye kast etme niyetinin belirtisiydi ve manidardı.

Tabii ki savaş bitmemişti. Bu kirli savaşın, durmayalım düşeriz mantığıyla hareket eden taraflarının elinde daha pek çok koz olduğu tahmin ediliyordu. İki gün önce, Başbakan’ın o meşum 17 Aralık günü ve gecesi oğluyla telefon konuşmalarının ses kayıtları piyasaya çıkarıldığında, memleket bir kez daha çalkalandı. Zamanlama yine manidardı ama manidarlık bir yana ortaya saçılan pislik de yenilir yutulur, susulur gibi değildi.

 

Her şey yalansa da, her şey doğruysa da korkunç

 

Peki biz ne yapacağız? Pislikler dört yandan üzerimize boca edilirken, en azından kendimizi nasıl koruyacağız? Neye, kime inanacağız? Bu soruyu sadece ben değil, milyonlarca sade vatandaş, bütün bunları hak etmemiş milyonlarca Türkiye insanı soruyor bugün.

Daha önce benzerini yaşamadığımız bu ürkütücü algı operasyonu (manipülasyonu) sürecinde ortaya saçılan iddiaların, tapelerin, ses kayıtlarının, görüntülerin doğruysa da yalansa da aynı ölçüde tehlikeli ve korkunç olduğunu düşünüyorum. Kirli savaşın; her ikisi de iktidar ve çıkar uğruna yalana, dolana, pisliğe bulanmış taraflarından birine inanmam için hiçbir geçerli neden yok. Yalan olduğu apaçık ortada olan “Benim Kabataş’taki örtülü bacım” hikâyesini meydan meydan dolaşıp anlatan, “Geziciler camide içki içtiler” masalını, cami müezzininin ve daha onlarca güvenilir kişinin tanıklıklarına rağmen tekrarlamakta beis görmeyen; ayakkabı kutuları içinde yakalanan 4.5 milyon doları, “devletin parasını yememiş ki rüşvet olsun” diyerek sanığa iade ettirdiğini iftiharla söyleyen, gerçekleri işine geldiği gibi eğip büken kişiye ve onun goygoycularına mı inanacağım? Sinsi bir örgütlenme ile yargıya, emniyete, kilit kurumlara yerleşip kendi ideolojileri doğrultusunda toplum ve insan mühendisliği yapmak için kişisel verileri derlemekte, delilleri çarpıtmakta, insanları hapishanelere atmakta beis görmeyen hastalıklı bir yapıya mı inanacağım?

Aynı ideolojik kökten beslenen, aynı yolda uzun süre birlikte yürüyen, daha sonra iktidar dalaşına girişen iki siyasal kanadın, her ikisinin de bu topluma, hatta kendilerine inanan kitlelere zararlı olduğunu düşünüyorum. Birbirlerinin gerçek yüzlerini, pisliklerini deşip ortaya sererken, bir yandan iyi bir iş de yapıyor, gözümüzü açıyorlar. Ama öte yandan yarattıkları korku, yalan, huzursuzluk, pislik ortamında sadece ülkenin siyasal, toplumsal, ekonomik ortamlarını zehirlemekle kalmıyor, hepimizin ruh halini bozuyor, panik, umutsuzluk, karamsarlık yayıyorlar.

Ne yapabiliriz sorusuna: “Her konuda, her an, elimizden ne, ne kadar geliyorsa demokratik haklarımızın, özgürlüklerimizin korunması için mücadele etmeliyiz”den başka bir cevap veremiyorum şimdilik. Ama ne yapmamamız gerektiğini biliyorum: AKP’nin, darbe umacısıyla demokrasinin çanına ot tıkamasının da, “bu darbe çözüm sürecine karşı yapıldı” bahanesiyle Kürt siyasal hareketine ipotek koymasının da kendi postunu ve iktidarını korumaya yönelik olduğunu unutmamalıyız. İktidarın suçlarının incir yaprağı olmamalıyız. Öte yandan, düşmanımın düşmanı dostumdur mantığıyla Cemaat’in kumpaslarının yanında saf tutmamalı; gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler ilkesizliğine kapılmamalıyız. Demokrasiden, hukuk devletinden, saydamlıktan yana taraf olmaktan başka çaremiz yok.