Oya Baydar

10 Aralık 2022

Mafya babaları ile cemaatlerin kıskacındaki iktidar

Tarikat ve cemaatlerin siyasetle ve ticaretle bütün bağları koparılırsa, çok sıkı bir denetimle şeffaflaşmaları sağlanırsa, bağlı vakıflar özel denetime tabi tutulup kaynakları kamuya açıklanırsa, yurtlarının, kurslarının, etkinliklerinin denetim ve yönetimi devlet denetimine geçerse yol alınabilir

Siz, iktidarda AKP-MHP koalisyonu olduğunu mu düşünüyorsunuz? Saf olmayın! Bu dörtlü bir koalisyon: MHP’nin güç aldığı güç verdiği, kibarca “suç örgütü lideri” denen Mafya babaları ile AKP’nin müttefiki tarikat-cemaat ağı, Cumhur İttifakı’nın güçlü ortakları. AKP-MHP iktidarının giderek devlet aparatını bütünüyle ele geçirmesi, ortakları olan mafya-tarikat-cemaat yapılarının devlete nüfuz etmesini de kolaylaştırmış durumda.

Günlerdir bir lağım çukurunda debeleniyoruz; öfkemizi, isyanımızı bastırmakta zorlanıyor, çaresizlik içinde ülkemizin geleceğinden umudu kesme noktasına geliyoruz. Bundan dört-beş yıl önce, “Bu ülke cinnet geçiriyor, toplumsal doku çözülüyor, insanımız çürüyor” diye yazdığımda, abartmakla, kötümserlikle eleştirilmiştim. Dönüp baktım, son iki yılda onlarca yazıda, “ Ekonomi de düzelir, siyaset de rayına girer ama toplum vicdanını, ahlâkını yitirip de, insan çürüdü mü hiçbir şey kolay kolay rayına girmez,” cümlesini kullanmışım. Şimdi yazan, çizen, düşünen herkes aynı şeyi söylüyor. Çünkü artık kötülük, vicdansızlık, vahşet gizlenmeye gerek duymadan, iktidar ortağı çalımıyla ortalıkta pervasızca geziniyor.

Bardağı taşıran vaka, ama ne ilk ne de son

6 yaşındayken İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı kurucusu babası tarafından cemaatten bir müridine sunulan, cinsel istismara maruz kalan, sonra da imam nikâhıyla evlendirilip tecavüze uğrayan çocuğun yıllar sonra başına gelenleri ihbar etmesiyle ortaya çıkan vaka, tekil değil, istisna değil. Cesur, namuslu, vicdanlı gazeteci Timur Soykan tarafından medyaya yansıtılan rezillik çocuğun yaşının 6 olması nedeniyle geniş kesimlerde tepkiye neden oldu. Daha önce benzer vakalarda; 13-14 yaşlarındaki kız çocuklar toplu tecavüze uğradıklarında, küçücükken yaşlı heriflere satılıp imam nikâhlı eş (!) olarak ırzlarına geçildiğinde, doğum yaparken öldüklerinde, küçücük erkek çocuklar tarikat-cemaat vakıflarının yurtlarında, kurslarında istismar edildiklerinde haberler toplumda bu ölçüde infial yaratmamıştı. Zaten kimisine yayın yasağı getirilmiş, kimisi örtbas edilmiş, kovuşturmaya uğrayanların çoğu da “iyi hal”den paçayı kurtarmıştı.

Bardağı taşıran son damlalar vardır. Kendini cendere içinde hisseden, yaşamsal sorunlarla baş etmeye çabalayan, çevresini saran kötücüllükten yılmış bir toplumda Hiranur Vakfı olayı insanlarımızı uyaran ve uyandıran bir son damla olabilir. Eğer doğru teşhis edebilir, doğru çözümler üretebilir, öfkemizi isyanımızı doğru hedefe yönlendirebilirsek.

Pedofili değil siyasi-ahlaki bir vaka

Kadın Aile Bakanı, “Çocuk istismarı siyasetin konusu değildir, pedofili her toplumda, her yerde vardır, insanî bir zaaftır” diyor. Doğrudur, pedofili -ki eril bir ahlâki zaaftır- her yerde vardır ve hem ahlâken hem de hukuken suçtur. Aynı bakan, Ensar Vakfı’ndaki yaygın ve sürekli çocuk istismarı konusunda da, "münferit olaydır, bir kere olmuştur", mealinde bir şeyler söylemişti.

Konuyu yerinden, zamanından, bağlamından ve de asli faillerinden kopararak ele alırsanız böyle konuşabilirsiniz. Ne var ki sözünü ettiğimiz vaka ve son zamanlarda ortaya çıkan çıkmayan yüzlerce benzeri  tarikat-cemaat ortamı içinde gerçekleşiyor. Bu tarikatlar, cemaatler, bunlara bağlı vakıflar günümüzde dinle, inançla, Müslümanlıkla ilişkileri kopmuş, büyük paraların döndüğü holdinglere dönüşmüş, her türlü yolsuzluğun, istismarın din kalkanı ardına gizlendiği çıkar yuvalarıdır. Ve tümünün de bazı siyasî partilerle, siyasîlerle, iktidarla şu veya bu ölçüde, şu veya bu biçimde alışverişi, ilişkisi vardır.

Mesela artık adını herkesin duyduğu Hiranur Vakfı, Nakşibendiliğin Halidi Koluna bağlı İsmailağa Cemaati’nin yapılarından biridir. İsmailağa Cemaati gibi İskenderpaşa Cemaati de kendini aynı kökene bağlar. Zaman zaman kendi içlerinde cinayetlere varan çatışmalar yaşayan,  iktidar mücadelesi veren, kendi şeyhlerini kadir-i mutlak sayan bu tarikat ve cemaatlerin müritleri, mensupları doğrudan siyasete girdikleri ya da siyasîlerle yakın ilişki kurduklarında, siyaset tarikatın, cemaatin uzantısı olur.

AKP kadrolarının, -en tepeden başlayarak- Nakşi gelenekten geldikleri, şeyhlerine, mürşitlerine bağlılıkları sır değildir. Tarikatların, cemaatlerin siyasi kadrolara olduğu kadar askeriyeye, mülkiyeye, yani devlete de nüfuz ettikleri açık seçik izlediğimiz bir olgudur. Şimdilerde devletten, iktidardan uzaklaştırılan Gülen Cemaati’nin (onlar Nurcu gelenektendiler) bütün kurumları nasıl ele geçirdiğini hatırlamak yeterlidir. Şimdi, onların yerini alan cemaatlerle devran aynı şekilde dönmektedir. İşte tam da bu yüzden Aile Bakanı hanımın olayın siyasetin konusu olmadığı beyanı, gerçeği dile getirmekten uzaktır.

Öte yandan, muhalefetin “Oy almak için bu cemaatlerin sırtlarını sıvazlıyorlar” yorumu da yüzeyselliğinin ötesinde, karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi açıkça görmemizi engellemektedir. Sadece oy almak için değil, kimi muktedirler aynı şeyhlerin müritleri oldukları,  aynı zihniyeti paylaştıkları için bu cemaatlere sonsuz imkân tanınmakta, talepleri emir kabul edilmekte (mesela festivallerin, konserlerin yasaklanması, aileyi koruma kisvesi altında farkı cinsel tercih ve yönelimlere karşı örgütlenen saldırgan mitingler, İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması, kadın haklarını budayan her türlü tasarruf, v.b…), bunların suçları, pislikleri, provokasyonları, kedi kakasını örter gibi örtülmektedir.

Tarikatlar, cemaatler “dağılın” komutuyla dağılmaz

Günümüzde tarikatlar ve bağlı cemaatler tarihsel kökenlerinden, Sufî geleneğin dinî-felsefi arayış, derinleşme, kâmil insana varma amaçlarından, dayanışma işlevlerinden kopmuş, siyasi ve ticari yapılara dönüşmüştür.  Çağdaş ve laik (yasakçı buyrukçu değil özgürlükçü gerçek laiklikten söz ediyorum) bir toplumda, bu amacından sapmış yapılarıyla, hele de dayandıkları iktidar düştüğünde güçlerini uzun süre korumaları mümkün değildir.

Ancak, son olayın heyecanı ve haklı isyanıyla yükseltilen “Tarikatlar kapatılsın, cemaatler dağıtılsın!” talebinin gerçek hayatta karşılığı olmadığını kendi tarihimizden biliyoruz. 1925 ‘te çıkarılan Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, vb. kurum ve ünvanların kaldırılmasına ilişkin kanunların, bu yapıların tümünün yer altına inmesinden ve ilk fırsatta daha da güçlenmiş olarak dönmelerinden başka bir işe yaramadığını deneyimledik. Tarih ve toplum emir komutayla istediğimiz yönde gelişmiyor ne yazık ki! Bu yasalardan neredeyse 100 yıl sonra, AKP’de ve benzer siyasi odaklarda güç mevkiinde bulunan kişilerin tarikatlara, cemaatlere bağlı olmaları da bunun kanıtı. Laik kesimden sıkça duyduğumuz argümanla: "Hepsi bitmişti Demokrat Parti zamanında yeniden palazlandılar" söyleminin de gerçekliği yok. Ağır baskı zamanında yer altına inmişlerdi, o kadar.

Peki ne yapacağız? İktidar ortaklığına dayanarak güç kazanan bu yapıların ükemizin bugününü ve geleceğini karartmasına, çocuklarımızın bedenine  ve ruhuna tasallutuna, toplumu sömürmelerine, halkı kandırmalarına göz mü yumacağız?

Zamanın ruhu, dünyanın gidişatı, toplumsal-teknolojik gelişmeler bu türden yapıların lehine işlemiyor. Ancak, 'bırakalım kendiliğinden hallolsun', demiyorum. Tarikat ve cemaatlerin siyasetle ve ticaretle bütün bağları koparılırsa, çok sıkı bir denetimle şeffaflaşmaları sağlanırsa, bağlı vakıflar özel denetime tabi tutulup kaynakları kamuya açıklanırsa, yurtlarının, kurslarının, etkinliklerinin denetim ve yönetimi devlet denetimine geçerse yol alınabilir. Bunlar gerçekten laik, özgürlükçü, kararlı, kendine ve halkına güvenen bir iktidarın yasalarla gerçekleştirebileceği şeyler.

Ancak en zoru ve en önemlisi: Vicdanları kanatan, toplumu derinde yaralayan son olay karşısında bile susanların, "delilimiz yok konuşamayız", diyenlerin, "Müslümanlar zan altında bırakılıyor, din hedef alınıyor" diye feryat edenlerin zihniyetinin toplumun ezici çoğunluğu tarafından mahkûm edilmesi.

Olup bitenin dinle, imanla alakası yok, tıpkı o vakıfların, o yapıların başındakilerin dertlerinin din İman olmadığı gibi. İşte bu noktada görev ve sorumluluk gerçek Müslümanlara düşüyor. Onların seslerini yükseltmeleri, inançlarının gereğini yerine getirmeleri, inandıkları İslam'ı münafıklardan korumaları gerekmez mi?

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)