Çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını kendisine dert etmiş olanların sık sık dile getirdikleri sürecin provoke edilebileceği uyarısı doğru çıktı. Ne var ki korkulan darbe Kürt silahlı hareketinden ya da olağan şüpheli “ iç ve dış mihraklar”dan değil, bizzat Erdoğan’dan geldi. 2013 Newroz’undan bu yana, Kürt sorununun barışçı çözümünü geciktirmek, saptırmak, baltalamak için başvurulan irili ufaklı provokatif müdahalelere rağmen işin doğasında olan inişli çıkışlı yolda kaplumbağa adımlarıyla yürünüyordu; taa ki Cumhurbaşkanı’nın “ Ne Kürt sorunu yaavvv, istedikleri her şeyi verdik” dediği 15 Mart’a öncesine kadar.
Bu beyanların yarattığı burukluk ve güven aşınmasına rağmen, “Tayyip Bey’in üslubu böyledir, seçimlerde MHP’ye kayacak milliyetçi oyları engellemek için yapıyor, denge politikası izliyor”, deyip iç ferahlatmaya çalışılırken, Cumhurbaşkanı bombayı patlattı. Kısaca, “ İzleme heyetine de, Dolmabahçe buluşmasına da, 10 maddeye de karşıyım. Bunlar ‘terörist başı’nı meşrulaştırıyor, terör örgütünü güçlendiriyor” dedi. Oslo’dan, hele de 2013 Newrozu’ndan bu yana bu kadar haltı biz neden yedik sorusunu topluma hediye ederek…
Erdoğan’dan kendi kalesine gol
Öcalan’ın Newroz konuşması Kürt hareketine, “Artık silahlı mücadele dönemi sona erdi, gereğini yapın”, çağrısıydı. Türkiye’de silaha davranılmayacağı umudu, hatta güvencesi verilirken siyasi iktidarın da üzerine düşenleri yerine getirmesi isteniyordu. HDP Eş Başkanı Demirtaş da İstanbul’daki Newroz meydanından Cumhurbaşkanı’na “Sen barış istemiyorsun diye savaşacak değiliz” diye seslenerek, barış sürecine bağlılıklarını ve silaha sarılınmayacağını dile getiriyordu. Yani, Kürt hareketi topu siyasî iktidara, devlete, hükümete atmıştı. Hükümet top çevirmeye niyetlenirken Erdoğan ileri çıktı, topu karşıladı, çalımladı ve… kendi kalesine attı.
Her ağzını açanın “Sürecin Mimarı” olarak adlandırdığı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi projesini berhava etmesinin, seçimlere iki ay kala kendi partisini yıpratmasının, toplumu huzursuzluğa, kaygıya sevk etmesinin kişisel, psikolojik, siyasal nedenlerinin başında “ben”ci kişiliğinin geldiğini düşünüyorum. Vardığı noktada iktidarı bölüşmeye yanaşmıyor; tartışılmaz lider, tek adam, başkan baba olmak istiyor. Vermek istediği kadar verecek, kullarına ihsanda bulunacak, ihsanın sınırlarını o belirleyecek. Örneğin “Ben, Kürt sorunu benim sorunumdur dediğim andan itibaren Kürt sorunu yoktur” gibi bir cümle kurabiliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevcut anayasayı (ihlal düzeyinde) zorlayarak zaten fiilen uyguladığı başkanlık sistemini yasallaştırıp resmîleştirmek peşinde. Bu amacına ulaşmak için yapmayacağı hamle, denemeyeceği yol, kendi partisi dahil kırıp dökmeyeceği şey yok. Dün farklıydı ama bugün Tayyip Erdoğan için AKP, kendisine bu olanağı sağlayacak avadanlıktan ibaret.
Erdoğan çözüm sürecinden ne zaman vazgeçti?
Tayyip Erdoğan’ın barış istemediğini söylemiyorum; Devlet Bahçeli, MHP’liler, ulusalcılar dahil, ülkede sulh sükûn istemeyen, silahların susmasını, Türk ve Kürt gençlerinin ölmemesini, kan akmamasını istemeyen -çok dar karanlık odaklar hariç- kimsenin olmadığına inanıyorum. Ama barış, şairane bir sözcükten, propagandif bir söylemden, güzel bir rüyadan ibaret değildir. Türkiye’de barışın, huzurun sağlanması, dahası demokrasinin tesisi; Kürt halkının kimlik haklarının eşit anayasal yurttaşlık temelinde tanınması yoluyla, Kürt sorununun köklü çözümüyle mümkün.
Her kesimden şahinler için bu çözüm dün olduğu gibi bugün de Kürt silahlı ve siyasî hareketiyle “kurtuluşa kadar savaş”tan geçiyor. Bunlara göre anaların ağlamaması iyidir ama “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır” ve de “şehitlik” en yüce mertebedir. Sorunun çözümü için elle tutulabilir, uygulanabilir hiçbir önerileri, planları olmayanların; son örneğini MHP Kongresinde Devlet Bahçeli’nin konuşmasında izlediğimiz içi boş, kof hamasetten başka sözleri yok.
Buna karşılık zeki, kurnaz ve de pragmatist bir siyasetçi olan Tayyip Erdoğan, şahin siyasetlerin iflasını, savaşın çözüm getirmediğini, 2023 Türkiyesi projesinin iç savaşa dev maddi kaynaklar harcanan istikrarsız bir ortamda mümkün olamayacağını, istikrarsızlığın kendi iktidarını da tehdit ettiğini, sekiz-on yıl önce kavradığında, barış ve çözüm süreci ipine sarıldı. İyi de etti; yolu açtı, düşe kalka, yaralı bereli de olsa, bugünlere geldik. Ama Erdoğan Kürt meselesini, Kürt halkını, onun mağduriyetini, kimlik talebini hiçbir zaman -en barışçı göründüğü günlerde bile- içinde hissetmedi. Dinsel, ideolojik, kültürel kumaşı ve başarıyı, zaferi oy çokluğuna indirgeyen zihniyeti buna elverişli değildi. Sorunun çözümünü; Kürt hareketine silah bıraktırıp PKK’yi dize getirmiş muzaffer kumandan edasıyla, Kürt halkının gaspedilmiş haklarının sisteme zararsız küçük bir bölümünü “ihsan” etmekte gördü. Kısaca çözümü araçsallaştırdı.
Bir şey araçsa, o araca ihtiyaç duymadığınızda ya da işinize yaramaz hâle geldiğinde ondan vazgeçersiniz. Kürt anahtarının onu kafasındaki Türk usulü başkanlık sistemine götürecek bir araç olmayacağını; Türk ve Kürt demokratik kamuoyuyla birlikte yeni bir anayasa gerekliliğinde buluşulsa da, istem ve amaçların farklı olduğunu anladığında sürecin mimarı Erdoğan’ın yerini çözümün köstekleyicisi Erdoğan aldı. HDP’nin barajı aşma olasılığı Erdoğan’ın hayalindeki başkanlığa geçit verilmeyeceğinin Kürt hareketinin yetkili ağızlarından açıkça ifade edilmesiyle birleşince, Erdoğan’ın Kürt kozu anlam ve değerini yitirdi.
Cumhurbaşkanı-Genel Kurmay el ele
Büyük ölçüde İmralı’nın ve Kürt siyasal hareketinin sabırlı, kararlı iteklemesiyle kör topal yürümekte olan çözüm sürecinin içine sokulduğu dar boğaz bu kadarla kalsaydı kaygıya kapılmak gerekmeyebilirdi. Ancak, Öcalan’ın Newroz konuşmasındaki “Eşme kardeşlik ruhu” göndermesine TSK’dan, yani Genel Kurmay’dan gelen barut kokulu sert tepki; Erdoğan’ın da kullanmaya başladığı “terörist başı” söylemine dönüş ve dün Mardin’in Mazıdağı bölgesinde PKK’ye operasyon başlatıldığı haberi yeterince kaygı verici.
Hükümet’in, Dolmabahçe buluşmasının ve çözüm sürecinin arkasında olduğunun Hükümet Sözcüsü Arınç tarafından Erdoğan’a anayasal yetki sınırları da hatırlatılarak açıklanmasının hemen ardından gelen TSK bildirisinin/muhtırasının üslubu ve zamanlaması manidarın da ötesinde anlam taşıyor. Bu, “Kürt sorunu yoktur” diyen ve sürecin ilerlemesi için gerekli en basit adımlara bile itiraz eden Cumhurbaşkanı’na (onun talebi veya Genel Kurmay’ın durumdan vazife çıkarması ile) verilmiş güçlü bir destektir. Geride kaldığı sanılan geçmiş dönemlerdeki gibi, askerin siyaset üzerinde baskı kurması, vesayet uygulamasıdır.
Kimileri acele sonuç çıkarttığımı, abarttığımı düşünebilir ama Cumhurbaşkanı’nın orduya dayanarak Hükümet’e ayar verme, Kürt tarafını geriletme hamlesiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Demokrasinin kökleşmediği bir toplumda, hele de askerî vesayetten çok çekmiş bu ülkede, ordunun kadim reflekslerinden arındığı hayaline kapılmamak gerek. Siviller genlere işlemiş bu türden reflekslere cesaret verirlerse, güçlerini orduyla perçinlemeye kalkışırlarsa, yarın silahlar kendilerine döner. Yakın tarih bunun örnekleriyle doludur.
Kendisine barışçı, demokrat, çözüm yanlısı diyen, sivilleşme ve demokrasiden yana olan herkes, her siyasal kuruluş, son günlerin mide bulandırıcı dedikodu ortamında boğulmadan, asıl tehdit ve tehlikeyi görmeliyiz; estek köstek demeden barışçı çözümün arkasında, Kürt halkının yanında, yeni vesayet arayışlarının karşısında durmalıyız. Son günlerin gelişmeleri, çözüm sürecinin sadece olağan “düşmanlardan” değil beklenmeyen yerlerden gelecek darbelere maruz kalabileceğini gösteriyor. Bir de, özde demokrat olmayanlardan demokrasi ve çözüm beklemek ne kadar hatalıysa vesayet arayışlarının geçmişte kaldığını sanmanın da o kadar hatalı olduğunu…