Oya Baydar

23 Şubat 2010

Kıran kırana

Hepimiz üstümüze asit yağmuru gibi yağdırılan haber-bilgi kirliliğinden muzdaribiz...

İktidar savaşı, gitgide sertleşerek kıran kırana sürüyor. Bugün “ İktidar Savaşında Erzurum-Erzincan Meydan Maharebesi” başlıklı bir yazı yazmaya niyetlenmişken, yeni gelişmeler kafamıza balyoz gibi inince, konu olmasa bile yazı değişti. Önümüzdeki günlerde iktidar savaşının taraflarının yeni hamlelerine tanık olabiliriz.
Hepimiz üstümüze asit yağmuru gibi yağdırılan haber-bilgi kirliliğinden muzdaribiz. Ortaya dökülen pisliklerlerle kirlendiğimizi hisediyoruz. İçinde yaşatıldığımız bulanık ortamdan usandık; bıkkınız, yorgunuz, kuşkular, kaygılar, hatta korkular içindeyiz, kafalarımız karışık. Böyle bir ruh hali sizin, benim gibi sığınacak liman arayan sade vatandaşları iki tavırdan, iki sığınaktan birine sürüklüyor: “Yesinler birbirlerini” diyip kenara çekilmek, ya da görünürdeki taraflardan birinin yanında saf tutmak, yani cephelerden birine asker yazılmak.
Ben baştan beri, üçüncü bir tavır mümkün diye çırpınıyorum. Şu veya bu cephede konuşlanmış ve kemikleşmiş okurların, çevrelerin, arkadaşlarımın en hafifinden “Senden beklemezdik, vah vah, cık cık...”larından başlayıp bazen hakarete varan tepkilerine muhatap olma bahasına, böyle bir duruşu savunuyorum.
Gelin, görünürdeki tablonun ardındaki gerçekleri bir kez daha birlikte araştıralım, bu iktidar savaşının ardındaki çıkarları çözümleyelim; esas olanla, yani işin özüyle su yüzüne yansıyan itiş kakışı birbirinden ayırmayı deneyelim.  Bunu becerebilirsek kenara çekilmeden ya da taraflardan birinin askeri olmadan, bağımsızlığımızı koruyarak aklımızı, yüreğimizi, sözümüzü birleştirebiliriz, diye düşünüyorum.
İlk bakışta, kıran kırana sürmekte olan iktidar savaşının temel güçleri bir yanda AKP iktidarı öte yanda kendilerine Kemalist-laik cephe diyen ordu-yargı- bürokratik oligarşi gibi görünüyor.
Bu resimde AKP’nin arkasında  taşra çıkışlı,  ticaret-tefecilik-müteahhitlik kaynaklı, İslami referanslı, 1990’lar tevellütlü büyük sermaye var. Yedeğine de dindar, muhafazakâr halk kesimlerini, cemaat-tarikat yapılarını, neoliberal ve liberal çevreleri almış durumda. Ordu-yargı-bürokratik oligarşi cephesi ise gücünü 80 yıllık devlet gücünden ve ideolojisinden alıyor. Sınıfsal desteğini büyük ölçüde laik- Kemalist orta sınıflardan, geleneksel büyük sermayenin bazı kesimlerinden, özellikle de askerden ve yüksek bürokrasidan alıyor. Bu cepheyi güçlü kılan, 80 yıldır devleti bütünüyle kontrol altında tutması ve koruma-kollama misyonunu ceberrut vesayetçilikle sürdürmüş olması. Tanığı, tarafı ve kurbanı olduğumuz iktidar savaşı bu güçler arasında geçiyor.
Toplumların sürekli değişim içinde oldukları gerçeğini göz önünde bulundurursak ve bu değişimin kaçınılmaz olduğu kadar ne yapılırsa yapılsın son kertede önlenemez olduğunu da bilirsek,  21.yüzyılın dünyasında ve Türkiyesinde 1920’lerin, 30’ların, hatta 50’lerin ekonomik-toplumsal-siyasal kalıplarının, yapılarının, en önemlisi de sınıf ve iktidar ilişkilerinin aynı kalamayacağını apaçık anlarız.
Günümüz Türkiyesinde,  kendilerini devletin ve ülkenin gerçek sahipleri olarak gören; iktidara talip siyasal güçlerin ve sınıfların hükümet olsalar da devleti kontrol etme anlamında iktidar olmalarına izin vermeyen, 80 yıl öncesinin ideolojik kalıplarının aynen muhafaza edilmesini isteyen cephei, dipten gelen dalgaların iktidarını bu defa güçlü şekilde tehdit ettiğini görüyor. Kendisine yönelen tehdidi, Cumhuriyete, rejime ve bütün  ülkeye yönelmiş bir tehdit olarak algılıyor; Bu yüzden de toplumun kabuklarını çatlatma, artık dar gelen, cendereye dönüşmüş vesayetten kurtulma çabalarına karşı çıkıyor.
Bu noktada cevabını soğukkanlılıkla düşünmemiz gereken sorular şunlar gibi geliyor bana:
-Bu kaçınılmaz değişim süreci AKP’nin eseri mi?
Kesinlikle değil; toplumsal değişimler o değişimi taşıyacak siyasal güçleri doğurur; siyasal partiler ve hareketler, dipteki dalgalar yeterince kabarmamışsa değişimi harekete geçiremez.
- Türkiye gibi bir ülkede, 2000’lerde, 80 yıl öncesinin ideolojik-politik yöntemleri geçerli midir?
Geçerli olmadığının en büyük göstergesi şu yaşadığımız çalkantılardır.
- Ordu veya hukuk darbeleriyle değişimin engellenmesi mümkün müdür?
Belli siyasal güçlerin, mesela AKP’nin geriletilmesi mümkün olabilir. Ama toplumsal değişim sancılarının durdurulması ve değişimin engellenmesi mümkün değildir. Değişimin taşıyıcılığını üstlenecek başka bir odak mutlaka ortaya çıkacaktır.
- Ve can alıcı soru: Tarihsel-toplumsal bir ironi olarak değişimin taşıyıcılığını İslamcı muhafazakâr
AKP’nin üstlenmesi, hedeflenen çağdaş, demokratik, özgür ve gelişmiş bir Türkiye’nin önünde engel midir?
Yaşamakta olduğumuz kötü günlerin, sıkıntıların, kafa karışıklığımızın temelindeki soru tam da bu bence. Değişim, demokratikleşme, ilerleme, çağdaşlaşma; dinsel referanslı, kendisine muhafazakâr sıfatını yakıştırmış, gücünü neoliberal dönemde palazlanmış sermayeden ve cemaat- tarikat yapılarından alan bir siyasal hareketin/ partinin vizyonunu, çapını, çıkarlarını çok aşar; aşmaktadır da. Bunun nedenlerini ve sınırlarını, AKP’yi çözümlemeye çalışan iki yazıda aklımın erdiğince sergilemeye çalışmıştım. Ama bir başka gerçek var: Türkiye’de bugün açık topluma doğru gidişte AKP’nin attığı adımlar kadarını bile atabilecek bir siyasal güç yok. Karşısındaki muhalefet, tam da değişimi darbe ve vesayet yoluyla engellemeye çalışanlardan ve onların avukatlığını ilan etmiş partilerden oluşuyor.
Bu durumda ne yapacağız, AKP’ye karşı olmak adına, görünüşte bu partinin attığı, aslında değişimin zorladığı bütün adımların karşısında, statüko ve vesayet güçlerinin yanında mı yer alacağız?
Sizi bilmem ama, ben hayır diyorum. Üçüncü bir güç -hem de en yaygın, en kalabalık güç- olmalı, olabilir, onu inşa etmeliyiz diyorum. İktidar savaşının vuruşmakta olan taraflarından birinin askeri olmak yerine, hangi taraftan, hangi amaçla gelirse gelsin açık çağdaş topluma doğru atılan her adımı desteklemeliyiz, diyorum. En kötüsü bile olsa halkın oylarıyla seçilmiş bir partiye, kör topal da olsa demokratik rejime karşı ister ordudan ister köhnemiş bir rejimin hukuk kurumlarından gelsin, her türlü darbe ve vesayet kötüdür, suçtur, hem hukuk hem de vicdanlara karşı cezalandırılmalıdır, diyorum. Bu yüzden darbe girişimleri ve planlarına karşı açılan soruşturmaları, davaları, -yapılan hataları, aksaklıkları eksiklikleri, yasa çiğnemelerini de eleştirme hakkımı koruyarak- sonuna kadar destekliyorum. Yanlış, taraflı, basiretsiz uygulamalar öne çıkarılıp işin özü gözden kaçırılmasın diyorum.
Öte yandan, toplumun bugününü ve bütün bir geleceğini tehdit eden cemaat-tarikat ağlarına, cemaatlerin- tarikatlerin inanç özgürlüğünün sınırlarını aşıp siyaset ve toplum üzerinde egemenlik kurma teşebbüslerine de tıpkı darbeciliğe olduğu gibi ve aynı güçle karşı çıkıyorum.
Özetle, hiçbir gücün, iktidar savaşının taraflarından hiçbirinin yedek gücü olmayalım; vesayetsiz- darbesiz demokratik bir rejim, insanların akıllarına vicdanlarına hükmedilmeyen özgür ve çağdaş bir toplum için biraraya gelelim, kim bu yönde adım atarsa o adımı onunla birlikte ileri götürelim; kim köstekleyecek olursa ona dur diyelim, diyorum.
 Bilmem sizler ne diyorsunuz...