Neden ve nasıl bu kadar art niyetli, sevgisiz, insafsız, komplocu ve kuşkulu olduk diye düşünüyorum bazen. Yapıcılık yerine yıkıcılığı, anlamak yerine düşmanlaşmayı, eleştiri yerine karalamayı, centilmence karşılaşma yerine rakibin ayağına çelme takmayı yeğler hale nasıl geldik? Yüreğimizi, vicdanımızı karartan; sağduyumuzu esir alan, aka kara dedirten ya da akı kara gösteren virüs nasıl sardı toplumsal varlığımızı?
Belki hayal kırıklığı, kandırılmışlık duygusu. Belki temel sorunlarımızın çözümünü engellemek için toplumu cepheleştirmekte çıkarı olan güçlerin gözümüze gerdiği perdeyi fark etmemek. Belki art arda yıkılan umutlarımız. Ama asıl; dünyanın ve ülkenin içinden geçmekte olduğu baş döndürücü değişim sürecini kavramaya çalışmak yerine, şu veya bu cepheye asker ya da mürit yazılıp vicdanımızı, ahlakımızı, özgür irademizi, bağımsız düşüncemizi şeflerin, şeyhlerin, muktedirlerin iradelerine tabi kılmak; düşünmek, sorgulamak yerine biat etmek.
Uzun bir süre değil, sadece son iki hafta içinde CHP’deki gelişmeler karşısında medyanın, medya yıldızlarının, siyasilerin, kimi kanaat önderlerinin, ağzı olup da konuşanların, kalemi köşesi olup da yazanların çizenlerin haline bakmak bu konuda öğretici olabilir. Yanlış mı değerlendiriyorum bilmem, ama bazen iki ayrı ülkede iki ayrı CHP’de, iki ayrı olay, iki ayrı ve birbirine hiç benzemeyen gelişme var da, kimisi şunu, kimisi ötekini yorumluyor, yansıtıyor gibi geliyor bana. Oysa olay tek: Deniz Baykal ve çekirdek kadrosunun ağırlıklı bölümü siyasal etik açısından sorunlu bir yöntemle şimdilik tasfiye edildi. AKP’nin köpeksiz köyde değneksiz gezmesinin askeri darbelerle, vesayetçi yüksek yargı darbeleriyle engellenmesinin güç olduğu, günümüz dünyasında bu türden girişimlerin maliyetinin yüksek olacağı görülünce, fatura -bence epeyce haklı olarak- Baykal’a kesildi. Yerine, farklı bir söylemle farklı bir imaj verebileceği, CHP’yi bir ölçüde kıpırdatabileceği varsayılan yeni bir genel başkan geldi.
“Devlet aklı” neden ihtiyaç duydu böyle bir değişikliğe? Sadece siyasal elitlerden değil tabandan, dipten gelen bir değişim ihtiyacının Türkiye’yi sarstığı; 80 yıl önce giydirilmiş, o zamanki bebeğin bedenine uyan ama bugün tek kolun bile sığmadığı bir zıbının artık bu ülkeye dar geldiği apaçık görüldü de ondan. Bu değişimin, yani ülkeye yeni gömlek biçilmesi işinin bütünüyle AKP terzisine ihale edilmesi istenmedi; hem terzinin pek ehil görülmemesi hem de moda anlayışının bütün müşterilere hitap etmemesi yüzünden, rakip dükkâna ihtiyaç duyuldu da ondan.
Ancak, medyanın bir bölümünün bakışıyla, bütün bu olup bitenleri bir kuklacının kukla oynatması şeklinde yorumlarsak, toplumun derinliklerinden gelen karşı durulmaz değişim dürtüsünü yok sayarsak, Pentagon’da, Ergenekon’da veya Penisilvanya’da üretildiğini varsaydığımız karmaşık komplo teorilerine bel bağlarsak, bakışımız kadar tepkilerimiz ve tavır alışımız da yanlış ve yüzeysel olur. AKP’nin iktidara gelişi ve iktidarda kalışı, nasıl toplumun değişim ihtiyacının bir yansımasıysa, CHP’de olan ve olacaklar da aynı ihtiyacın bir başka noktadan fışkırmasıdır. Ne yazık ki, sağlıklı ve temiz bir siyasal ve ideolojik hesaplaşmanın sonucunda değil, çirkin bir belden aşağı vuruşla almıştır ivmesini. Böyle olduğu için de zor bir süreç olacağa, belki de çıkmaza ve çamura saplanacağa benzemektedir. Ama taşların yerinden oynadığını, ne olacağı, nereye varacağı belli olmasa da birşeyler olduğunu görmemek; iki gün süren CHP kurultayının daha ilk gününde “Bu mudur”, ya da tam tersine “CHP iktidara yürüyor” manşetleri atmak, kör ya da körleştirici tarafgirlikten başka nedir?
CHP gibi, hâlâ “Atatürk’ün oturduğu koltuk” edebiyatı yapılan, hâlâ 80 yıl öncesinde yaşayan, artık oklarla savaşılmadığı, okla yayla güç olunmadığı 21. yüzyılda altı okunun altısının da yenilenmesi gereken bir yapıda yenileşmenin ve değişmenin güç, sancılı, zikzaklı, hatta belki imkânsız olacağını bilmek için sosyal bilimci olmak gerekmiyor. Parti kadrolarından gelen güçlü bir talep ve ideolojik mücadeleyle değil, çağın ruhu ve dipten gelen değişimin etkisiyle; üstelik doğal yollarla değil siyaset dışı müdahale ile başlayan bu zorunlu kıpırdanmanın nereye evrileceği hakkında kesin yargılarda bulunmak için henüz çok erken. Kılıçdaroğlu’nun kurultayın hemen öncesinde ve kurultay konuşmasında dile getirdiği niyetler ve yaptığı tesbitler yarı dolu bir bardağı hatırlatıyor.
Denge politikaları gereği parti meclisine seçilenler de öyle. Uzlaşmanın iki kanadının liderlerinin; Sav’ın ve Gürsel Tekin’in en az oyu alarak seçilmeleri, durumu sergiliyor.
Ergenekon avukatları, ordu danışmanları, Anayasa mahkemesinin ayıplı 367 oy kararını savunan anayasa hukukçuları, Kürt sorununa Türk milliyetçiliği cephesinden bakan konu uzmanları, Kılıçdaroğlu dahil Kürt sözcüğünü hâlâ ağzına alamayanlar var vitrindeki yeni adlar arasında. Ama gerçek demokratlar, toplumdaki cepheleşmeyi, yarılmayı kendine dert edinmiş sağduyulu insanlar da var. En önemlisi de uzun bir yürüyüş olan siyasal mücadelede, kişilerin ve dengelerin yol boyunca olumlu veya olumsuza doğru değişebileceğini örneklerle biliyoruz. 2002’nin hemen öncesinde “Demokrasi bir tramvaydır, durağa gelince ineriz” diyen Tayyip Erdoğan’ın, bugün, en azından söyleminde geldiği noktayı, demokratik açılımın sözcülüğünü yapmasını hatırlayalım.
CHP’de, kökü vesayetçi devlette ve ideolojide olan Sav ve benzerleri varsa ve yerlerini koruyorlarsa; AK Parti’deki Cemil Çiçek ve benzerlerini hatırlayalım.
Yazının başına dönecek olursam, biri özel, biri genel iki şey var söylemek istediğim. Birincisi: CHP’de olup bitenler konusunda medyanın yine kötü bir sınav verdiği. Birkaç bağımsız -ve tabii ki az sayıda okura, izleyiciliğe seslenen- yayın dışında, ister AKP, ister CHP, ister darbeci-vesayetçi, ister laikçi, ister liberal, ister İslami olsun; yandaşlıkta, tarafgirlikte medya birbiriyle yarıştı. Sadece yorum farkından ibaret olmayan bir kitle algısı manipülasyonuna, bir çeşit kanaat mühendisliğine soyundu. Özellikle ana akım medya hüsranla sona erebilecek iktidar umutları dağıtırken, öteki taraf “eyvah AKP zorlanacak” tedirginliğiyle, anında karalamaya girişti. Kötü oldu, güven aşındırıcı oldu.
İkincisi bence çok daha önemli: Değişim, demokratikleşme, özgürleşme, barış, hukuk devleti diyenlerin samimiyetinin sınanacağı nokta, bu talepler ve sözler kimden geliyorsa, kim barış ve demokratikleşme yönünde bir adım ileri atıyorsa onu cesaretlendirmek, yanında durmaktır. Misal: AKP Kürt açılımı dedi, dört bir yandan kendisinin bile hesaplamadığı yaylım ateşiyle karşılaştı, geri çekildi. Oysa, AKP’nin siyasi hasımları da olsalar Kürt sorununun çözümünün gerekliliğine inanan bütün kesimler, başta Kürt siyasetçileri, muhalefet partileri, AKP’ye muhalif de olsalar sorunun çözümünü isteyen sivil toplum kuruluşları kendi eleştirilerini ve önerilerini de getirerek açılım adımının yanında yer alsalar, içini doldurmaya katkıda bulunsalardı, kısaca “siyasi hasmım iyi de yapsa karşısındayım, engellerim” mantığına yenilmeselerdi, bu gün farklı bir noktada olurduk. Anayasa değişikliği konusunda da öyle.
Alalım şimdi CHP’deki gelişmeleri. Ola ki, süreç içinde kitlelerin talebi doğrultusunda CHP’de değişime yönelenler güçlenir, vesayet ideolojisinden kurtulup barışa, demokrasiye doğru bir gidiş olursa, onların yolunu daha başından kesmeye çalışmak neden? Duralım, bakalım, izleyelim bir hele. CHP’de kaçınılmaz bir mücadele olacaksa, -ki bence bir yıl içinde ayrılmaya kadar varacak bir mücadele ya da yeniden taşlaşmak mukadder- değişimden yana olanları güçlendirmeye, sallanıp duran ikircimlileri cesaretlendirmeye, “bu ülkenin özgürlükçü solu ve/veya demokrat liberalleri arkanızda” desteğini şimdiden hissettirmeye ne engel var?
Başkaları ne istiyor, bilmiyorum. Ama ben ölmeden önce, bu topraklarda Türk, Kürt, Zaza, Çerkes, Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, aklıma gelen gelmeyen kim varsa, herkesin eşit ve özgür yurttaş olduğu; herkesin aşı işi olduğu; kendi dilini, kültürünü özgürce geliştirdiği, barış içinde yaşayan bir toplumun yeşerdiğini görmek istiyorum. Hiç umurumda değil bunu kimin, hangi siyasal hareketin gerçekleştireceği. Ne Baykal’cıyım ne Kemal’ci, ne AKP’liyim ne şuncu buncu. Laik ya da dindar hiçbir cemaatin, tarikatin müridi değilim. Hiçbir siyasal partinin veya ideolojinin askeri de değilim. Bağımsız ve özgürüm. Belki bu yüzden siz okurlar da koyamıyorsunuz beni bir yere.
Kiminiz hakaret ediyorsunuz istediğiniz adresin borazanını öttürmüyorum diye, kiminiz hayıflanıyorsunuz neden kırk yılm öncesinde olduğum noktada olmadığıma. Oysa ben hep aynı yerdeyim: Özgürlük, barış, adalet, fırsat eşitliği istiyorum. Yoksulluğun, yoksunluğun, ayrımcılığın, ille de tebalığın, kulluğun, biadın, askerliğin sona ermesini istiyorum. Siyasetin vicdanla ve insanla buluşmasını özlüyorum. Sizler de öylesiniz aslında, biliyorum. Mesele, özgürleşebilmekte ve daha geniş pencerelerden bakabilmekte.