On beş yıl önceydi. Hakkâri Dağlıca'da şehit edilen on üç askerin acısının taze olduğu günlerdi. Kırşehir Anadolu Öğretmen Lisesi'nden bir grup öğrencinin kanlarıyla boyadıkları bayrağı dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'a teslim ettikleri haberi gazetelerde, televizyonlarda geniş yer bulurken, kanlı bayrak kutsanıyor, Büyükanıt'ın öğrencileri öven, teröristleri lanetleyen konuşması manşetlere çıkarılıyordu. Bir yıl sonra, Haziran 2009'da Gaziantep Üniversitesi Bilişim grubu kanlarıyla kızıla boyadıkları bayrağı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a iletilmek üzere istihbarat sorumlusu Albay Dursun Çiçek'e teslim ettiler.
Yaşar Büyükanıt'a hediye edilen "kanlı bayrak"
2002'de Meclis çoğunluğunu kazanarak iktidara gelmiş olan AKP'ye karşı komuta kademesinin direndiği, darbe söylentilerinin ayyuka çıktığı, vesayetçi egemenlerin darbe planları yaptıklarının sır olmadığı kritik bir dönemdi. 27 Nisan 2007'de gece yarısı, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı internet ortamında yayımlanan Genelkurmay muhtırası (sonraları e-muhtıra olarak anılacaktır) Büyük Millet Meclisi'nden ve demokratik kamuoyundan büyük tepkiyle karşılaşmış, nefesler tutulmuştu. e-muhtıra'ya karşı Meclis açıklamasında, genelkurmay başkanının başbakana bağlı olduğu hatırlatılıyor, muhtıra sert bir şekilde eleştiriliyordu. Özetle; darbe tehdidine karşı ilk kez başbakan ve bakanlar şapkalarını alıp gitmemişler, direnmişlerdi. O günlerde dönemin demokratlarının imzalarıyla (500 imza) yayınladığımız bildiriyle darbe tehditlerine karşı demokrasiyi ve Meclis'i savunduğumuzu hatırlıyorum.
Böyle bir ortamda, geri adım atmak zorunda kalan vesayetçilerin ayakta kalabilmek, güçlerini korumak ve onarmak için, teröre karşı mücadelenin bayraktarlığını yaptıklarını göstermeleri gerekiyordu. Kamuoyunun tepki ve heyecanını körüklemenin en etkili yolu "şehitler"di. PKK'nin Ekim 2007 Dağlıca baskını ve bir dizi benzer olay bu kozu ellerin verirken şoven Türk milliyetçiliği alabildiğine körükleniyordu. Kanlarıyla bayrak yapan gençler bu atmosferin kendilerini kahraman sanan kurbanlarıydı.
Bunları, Zafer Partisi'nin iki hafta süren "Rengini asil kanımdan alan bayrağımız" kampanyasının haberini izlerken hatırladım. Ümit Özdağ'ın partisinin kurduğu stantlara beyaz bezler gerilmiş, önceden bilgilendirilen ve davet edilen vatandaşlar beyaz bezi kanlarıyla boyamışlar, son damla kanı da Ümit Özdağ vermiş. Öyle kendiliğinden gelişmiş bir eylem değil, epeyce örgütlü bir iş; sağlık kuralları, hastalık kontrolu, ön talep, vb.
İnsanların açlıkla mücadele ettiği, korkunç deprem afetinin acılarının taptaze olduğu, milyonlarca insanın evinden yurdundan ayrılmak zorunda kaldığı, sorunların diz boyunu aşıp boğaz hizasına geldiği bir ülkede, "Bunların uğraştıkları işe bakın hele!" diyeceğim ama bu çok basit bir yorum olur. Mesele çok daha derin ve vahim. Bu "asil kan" meselesi ırkçı faşizmin başat unsurudur. Asil Türk kanı karşısında bütün kanlar kirlidir, aşağılıktır, kuşkuludur.
Türk devletinin ırkçı kanadının 90 yıl önceki temsilcilerinden zamanın Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt'un, "Bu memleketin efendileri Türklerdir. Saf Türk ırkından (kanından olarak da okuyabilirsiniz) olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi, köle olma hakkı" sözleri bu zihniyetin en açık ifadesidir. 21. Yüzyıl Türkiye'sinde "asil" kanlarıyla bayrak boyayanları görseydi, yabancı düşmanlığının, Rum, Ermeni, hele de Kürt düşmanlığının nasıl yaygınlaştırıldığını bilseydi hazretin ruhu şâd olurdu.
Muhteşem bir şov: Çizmeli Devlet Bahçeli
Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nün, Kuzey Kıbrıs Türk yönetiminin yeşil hat üzerindeki karma köy (Türk ve Rumlar) Pile'ye açmak istediği yol inşaatını engellemesi üzerine yaşanan küçük çaplı çatışma sonrasında sosyal medyada çok eğlenceli bir video dolaştı. Ayağına binici çizmeleri geçirmiş bir adam odanın içinde, halının üzerinde efe yürüyüşüyle geziniyordu. Önce bir anlam veremedim. Sonra yakından dikkatlice baktım, ne göreyim: Sayın Devlet Bahçeli! Gerçekten inanamadım; kendisinden ve temsil ettiği ideolojiden çok uzak olduğum halde, böyle bir "fake"i, teknik olanaklardan yararlanarak yapıldığını sandığım bu videoyu siyasî etiğe, sözde şaka anlayışına sığdıramadım.
MHP'den, anlı şanlı başkanlarını hicveden bu videoyu yalanlamalarını ve yapanların tespit edilip cezalandırılacağını bildirmelerini beklerken, anlaşıldı ki görüntüler gerçekmiş. Sayın Bahçeli, çizmeleri çekmiş Kıbrıs'ta Türk'ün önünü kesen BM'ye, "Haddinizi bilin, gelirsek fena yaparız" mesajı veriyormuş. Mâlum, çizme giymek bizim askerî kültürde savaşa hazırlık demektir. Ayrıca da 1938'de Hatay krizi sırasında Atatürk'ün bir jestine de gönderme var bu şovda.
Bahçeli'nin, 14 Mayıs seçimleri arifesinde seçim propagandası olarak "İki keklik" türküsünü söylemesine de pek şaşmıştım. (Üstelik kötü söylüyordu.) Ama Kıbrıs Rum kesimini ve Birleşmiş Milletler gücünü korkutma şovu "İki keklik" performansını kat be kat aşıyordu. Bir de Zeki Müren fon müziği aklımı iyice karıştırdı.
Kanlı bayrak îmalatıyla Sayın Bahçeli'nin çizmeli performansı arasında ne ilişki var derseniz, ikisi de aynı zihniyetin yansımaları. Ve bir de, "kimlerin eline kaldık" hayıflanması, ülkemizin nereye sürüklendiği kaygısı.
En önemlisi Dışişleri'nin MİT'leşmesi
Dışişleri Bakanlığı'na MİT müsteşarı Hakan Fidan'ın getirilmesi daha soğukkanlı, gerçekçi politikalara yönelme ihtimali olarak kimi muhalif çevrelerde bile olumlu karşılanmıştı. Fidan, Irak ve Suriye politikalarının mimarı olmasa da uygulayıcı olarak bölgeyi en iyi bilen kişilerden biriydi. Batı ile ilişkilerde de kalı kıyafeti, duruşu, ciddiyetiyle daha ılımlı bir imaja sahipti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, "Dışişleri Bakanlığı'nı Türkiye yüzyılı vizyonumuzun gerektirdiği zihnî kodlara kavuşturacağız," sözleri, MİT Başkanı'nın Dışişleri Bakanlığı'na atanmasındaki asıl amacın dışpolitikayı devletin Özdağ-Bahçeli zihniyetlerine yakın güvenlikçi kanadı doğrultusunda tahkim etmek olduğunu gösteriyor. Bunun da ötesinde, Erdoğan'ın geleceğin Türkiye'si vizyonunun zihnî kodları üzerinde kara kara düşünmeye sevk ediyor.
Dünyanın son derece belirsiz, çalkantılı, çatışmalı, tehditkâr bir geçiş döneminde bulunduğu düşünülürse bu zihnî kodlardan ürkmemiz için pek çok neden var. Dışişleri Bakanı Fidan, Türkiye'nin son on yılının iç ve dış siyasetinin önde gelen sorumlularından biri. Başka bir deyişle, MİT zaten uzun süredir iç ve dış siyasetin göbeğindeydi. "Gereğinde attırırız birkaç bomba" anlayışı üzerine kurulu maceracı-istihbaratçı bir dış politikanın ülkeyi vardırdığı nokta ortada. Bugün başarı gibi görülen/gösterilen; güç gösterisine, yayılmacı emellere, vazgeçilmezlik böbürlenmelerine dayalı ilkesiz dış politikanın yarın hüsrana, yıkıma, yalnızlığa yol açacağını söylemek müneccimlik olmaz.
Kanla boyanan bayrak ile çizmeli Bahçeli'nin ve MİT'leştirilen dışişlerinin birbiriyle ne alâkası var? diye soracak olursanız, cevap: Hepsi aynı zihniyetin ürünü. En kötüsü de bu zihniyetin değer bunalımına düşmüş topluma dört bir yandan zehir gibi zerkedilmesi.
Oya Baydar kimdir?Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi. Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı. 1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı. Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı. Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi. 1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu. 1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı. Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı. Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı. Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu. Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı. Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. 2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi. Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960) Deneme - Surönü Diyalogları (2016) Öykü - Elveda Alyoşa (1991) Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) |