Oya Baydar

06 Mart 2013

Hakları Taviz Sayarsanız...

Bugünün işi değil; ne zaman barışçı çözüm yolunda adım atılması gündeme gelse, siyaset sahnesinden 'taviz veriliyor' avâzesi yükselir

Bugünün işi değil; ne zaman barışçı çözüm yolunda adım atılması gündeme gelse, siyaset sahnesinden “taviz veriliyor” avâzesi yükselir. Hak ve özgürlüklerin, demokrasinin gereklerinin, evrensel insan haklarından doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesinin “cennet vatanımız”daki adı tavizdir. İyi birşeylere niyetlenmeye görün; muhalefet iktidara “taviz veriyorsun” diye saldırır; iktidar, taviz vermediğini ispat için ya geri adım atar ya da taviz verdiği iddia edilen tarafa en sert şekilde yüklenerek tavizsizliğini ispata çalışır.

Hatırlayalım: Avrupa Birliği’ne aday üyelik sürecinde, Türkiye’den, demokrasiyi geliştirecek, hak ve özgürlükleri genişletecek, militarizmi geriletecek, sivilleşmeyi sağlayacak açılımlar talep edildiğinde, başta ordu olmak üzere AB karşıtı ulusalcı- vesayetçi güçler ortalığı taviz çığlıklarıyla inletiyorlardı. Onlara göre, Avrupa standartlarında sivil bir demokrasinin tesisi, militarizmin ve darbeciliğin geriletilmesi Avrupa’ya (hatta emperyalizme) ülkenin bağımsızlığından verilmiş tavizlerdi; dolayısıyla da vatana ihanetti. Şimdi de, 30 yıldır bunca cana, bunca kana, acıya, yıkıma mâl olan savaşın sona erdirilmesi ve Kürt sorununa çözüm için Kürt halkının haklarının  eşit yurttaşlık temelinde tanınması için atılması beklenen adımlar, aynı çevrelerce taviz sayılıyor.

 

'Taviz' Yerine 'Hak' Demeyi Denesek

 

İçinde bulunduğumuz bu son derece kritik ve kırılgan süreçte CHP, MHP, irili ufaklı, sağlı sollu milliyetçi çevreler, yani istemezükçü blok bir yanda; Başbakan Erdoğan ve iktidar partisi sözcüleri öte yanda, taviz verilip verilmediği atışması içindeler. Kürt hareketi de kendi kitlesine yönelik olarak aynı tutumda. Silah bırakmanın konuşulduğu günlerde, tam da BDP heyeti Kandil’e giderken başlatılan bombardıman, İmralı görüşme notlarının basına sızması üzerine kopartılan tantana; Öcalan’ın görüşme notlarına yansıyan ölçüsüz izansız, küçük dağları ben yarattım kıvamındaki sözler, vb. tarafların tavizsizliklerini ispatlama ve kendi kitlelerini tatmin hamleleri.

Dil doğrulursa düşünce de doğrulur, diye düşünürüm. Dilimizi doğrultsak; -hayal bu ya!- taraflar taviz sözcüğünün yerine hak sözcüğünü koysa... Mesela, bu süreçte tümüyle yaya kalmış, gündemin ve olayın dışına düşmüş, sadece akıl değil izan ve vicdan dışı bir tutum içindeki CHP’nin, MHP’nin başkanları ve sözcüleri, “Taviz veriyorsunuz, ihanet ediyorsunuz, vatanı satıyorsunuz” demek yerine “Hakları veriyorsunuz, ihanet içindesiniz” deseler, ne kadar komik olurdu değil mi? Sadece komik olmakla da kalmazdı; hak kavramı, demokrasi kavramı ihanet suçlamasıyla biraraya getirildiğinde, kendi kitleleri bile şöyle bir durup düşünmek, ne diyor bunlar, hakların verilmesi ihanet olabilir mi diye sormak zorunda kalırdı.

Aynı şekilde, tarihî bir sorumluluğu yüklenme cesaretini göstermiş Başbakan Erdoğan ve AKP sözcüleri de provokasyona kapılıp, “Asla taviz vermiyoruz,  pazarlık etmiyoruz, af falan yok, terörü bitiriyoruz, o kadar” mealinde konuşmak zorunda hissetmeseler kendilerini; gücünü haklılığından alan bir siyasetin, üstenci, kibirli, buyrukçu değil de eşitlikçi ve dost dilini konuşabilseler; “Taviz olarak adlandırdığınız adımlar Kürt yurttaşlarımızın haklarının teslimidir. Eşit yurttaşlık haklarının, demokratik hakların ve özgürlüklerin adı sizce tavizse, evet, gururla, onurla taviz veriyoruz” diyebilseler... Ve Kürt hareketi de, “Barışın sağlanması, demokratik hakların kazanılması için başlayan görüşmeler ne teslimiyet, ne de tavizdir; ülkede barışın ve demokrasinin tesisi, haklarımızın kazanılması yönünde adım atmaktır” diyebilse; uzlaşma adımlarını dengelemek ve kendi militan kitlesi üzerindeki otoritesini pekiştirmek için kullandığı fevri, pervasız beyanlardan vazgeçebilse...

Aslında tarafların, karşısındakinden çok kendi mahallesinden çekindiğini, kendi kitlesini yitirmekten korktuğunu düşünüyorum. Oysa saydamlıktan korkulmazsa, taviz denilenin aslında hak olduğu anlatılabilirse, kavga diliyle değil ikna diliyle konuşulursa, korkacak bir şey kalmaz. Sürecin şahsi veya örgütsel kazanç amaçlı bir bezirgân pazarlığı değil hepimizin geleceği olduğuna yürekten inanılırsa; atılan adımların, sürdürülmeye çalışılan diyaloğun hesabı topluma da, tarihe de yüz akıyla verilir. Bir şeye kendimiz yürekten inanırsak başkalarını da inandırabiliriz. Hakları kendimiz taviz olarak görmezsek; “veriyorum” büyüklenmesiyle değil “teslim ediyorum” alçakgönüllülüğüyle yaklaşabilirsek, eşiği atlar, düze çıkarız.

(T24- TARAF)