Oya Baydar

07 Eylül 2010

Gamlı Baykuş Diyor Ki:

Ben eskilerin “gamlı baykuş” tabir ettikleri kötümserlerdenimdir...

Ben eskilerin “gamlı baykuş” tabir ettikleri kötümserlerdenimdir. İşin kötüsü, benim gamlı baykuş çığlıklarıyla haber vermeye çalıştığım kötümser öngörülerim çoğunlukla doğru çıkar. Böyle durumlarda yakın çevremdekiler iyimser temennilere dayanan hayalleri yıkıldığı için kızarlar bana, “bilici kadın mısın nesin,” diye takaza ederler. Olguları kendi tercihlerimize göre eğip bükmeden, kendi eksiğimize yanlışımıza iltimas geçmeden, çok acıtacak bile olsa gerçek durumla yüzleşmekten kaçınmadan gözlemleyip değerlendirirsek geleceği de o kadar açık seçik görme olanağı doğuyor. Benim biliciliğim de bundan ibaret.
Bugün, içimdeki gamlı baykuş yine ürkütücü şeyler söylüyor: Önümüzdeki günlerin zor ve acılara gebe olacağını çığırıyor. Toplumcak, bugünü aratacak bir yarılma, çatışma, çözülme sürecine, düşünsel ve siyasal kaosa doğru gidiyoruz. Bu süreci engelleyebilecek, yumuşatabilecek, Türkiye’yi normalleştirebilecek toplumsal siyasal odaklar (iktidarıyla, muhalefetiyle birbirlerinden aşağı kalmadan) inanılmaz bir sorumsuzluk, pervasız bir saldırganlıkla; biz ne yapıyoruz, topluma aşıladığımız bu düşmanlık ve cinnet hali hepimizi nereye sürüklüyor sorusunu sormadan, bir amok koşusu tutturmuş gidiyorlar. 
Halk oylaması olmaktan uzaklaşıp kıran kırana ve kanlı bir iktidar savaşına dönüştürülmüş şu referandum sürecinde yaşananlar, kısa dönemde tamiri olanaksız tahribat yarattı bu toplumda. Farklı oya, farklı görüş, düşünce ve değerlendirmeye tahammülsüzlük hali; meydanlarda küfürleşen iktidar ve muhalefet liderlerinin çapsızlıkta ve saldırganlıkta birbirleriyle yarışan söylemleri; her türlü kandırmaca yutturmacanın, tahrifat ve yalanın mubah sayılması ve daha acısı taraftar toplaması siyasal ortamı zehirledi, nefes alınamaz hale getirdi. Şimdi referandum mitinglerinde, ülkenin yarısına diğer yarısı yuhalatılıyor, sonunde herkes birbirini yuhalamış oluyor. İzliyorum; ne Erdoğan ne Kılıçdaroğlu, “Hayır, yuhalamak başkasının fikrine saygısızlıktır, ilkelliktir, bunu yapmayın” demiyor, aksine yuh seslerini artırıcı söylemler kullanıyor ve o yuh naralarıyla şişiniyorlar. 
Ama şu huzurunuzdaki baykuşu daha da gamlı kılan son birkaç örnek var ki, içimdeki küçük umut kırıntılarını da silip süpürüyor. “İlle de yarin gülü yaralar beni” misali: AKP’nin topları, CHP’nin taşları, MHP’nin vahşi kurt ulumaları değil, sosyalist solun, feminist hareketin bir kesiminin, kendilerine devrimciliği yakıştıranların, gözümüz gibi korumaya çalıştığımız Kürt siyasal hareketinin dikenli gülleri yakıyor baykuşun canını.  Örnek mi? “Yetmez ama evet” toplantılarına hayırcı soldan gelen yumurtalı, boyalı, yumruklu saldırganlık, bu saldırganlıklara muhatap olan hukukçuların, yazarların, sanatçıların, aydınların kendi fikirlerini açıklayacakları toplantılara katılmaktan daha fazla gerginlik olmasın diye, saldırılara muhatap olmamak için  vazgeçmeleri... 
Benim sol kuşağım, çok uzun yıllar boyunca, bütün toplantılarının Ülkücüler, Komünizmle Mücadele Derneği militanları, Kanlı Pazar’ların yaratıcısı, o zamanlar milliyetçi-mukaddesatçı denilen bindirilmiş güruhlar ve benzerleri tarafından basıldığını yaşamış, bu saldırılar karşısında yolundan dönmemiş, inanç ve düşünce özgürlüğü için mücadele etmiş bir kuşaktır. Yıl 2010: Kaç kuşaktan beri bunca acı yaşandı; demokrasi, özgürlük diyerek bunca zulme, baskıya direnildi ve şimdi kendine sol diyen, devrimci olduklarını haykıran, geleneğe bağlı olduklarını söyleyen birileri, sol ve devrimcilik adına kendilerinden farklı düşünenlerin, örneğin referandumda “evet” ya da  “Yetmez ama evet” diyenlerin toplantılarını basıyor, konuşmacılara yumurta, boya, yumruk atıyor. 1960’ların 70’lerin zorbalarından ve düşünce zaptiyelerinden görevi devralmışlar sanki. 
Münferit bir olay diyebilirsiniz; umarım öyledir, umarım bağlı bulundukları örgütleri, ağabeyleri onlar adına toplumdan özür diler, bu türden davranışları cesaretlendirmekten kaçınırlar. Ama bir de şu birbirimize karşı kullandığımız dile, üsluba bakalım. Muhalefet ve iktidarın toplumun kimyasını ve ruh sağlığını bozan düşmanca, aşağılayıcı, yok edici, soy-boy- mezhep-tıynet üzerinden süren,  insana mide bulantısı ve utanç veren dillerini bir yana bırakıyorum. Ama eril iktidar dilinden şikâyetçi olanların, sosyalist solun ağırlıklı kesimlerinin, hayır’cı köşe yazarlarının, boykotçu Kürt siyasal hareketinin kimi sözcülerinin referandumda oylanacak değişikliklere evet oyu kullanacağını ilan etmiş olanlara karşı kullandıkları dile bakıyorum ve gamlı baykuşlukla yetinmeyip artık “Ört ki ölem; vurun bu baykuşu, o da rahat etsin siz de” diyorum.
Hiçbir örgüt, grup ve üst akla bağlı olmaksızın tümüyle kendi aklım ve vicdanımla, yurttaş hakkımı kullanarak “yetmez ama evet” diyen benim gibilere “sol”dan reva görülen sıfatlar “sazan”dan (Sezen Aksu için  sazan-Sezen benzetmesiyle söylenmişti) başlıyor kandırılmış’a, cahil’e, yandaşa, satılmışa, vatan hainine, yalakaya, bunamışlığa, darbeciliğe (!), sivil diktaya çanak tutmaya, Kürt düşmanlığına varıyor. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu evet diyenlerin solculuğunu kendi terazisinde tartma ve yargılama hakkını kendinde buluyor, evet diyen sanatçının sanatçılığından, aydının aydınlığından şüphe ettiğini meydanlarda haykırıyor. O ve onun gibiler hepimizi yargılama hakkına sahipler, çünkü onların doğrusu, tek ve tartışmasız. Eril erkek diline ve iktidarına karşı çıkan bazı feminist arkadaşlarımız, evet demeye niyet edenleri, bu niyetlerini dile getirmeye -eğer benim gibi ar damarı çatlamış değillerse-kolay kolay cesaret edemeyecekleri biçimde  aşağılıyor ve eril iktidar diliyle dövüyor.
Bir köşe yazarımız evetçilere -herhalde düşünce fukaralıkları ve budalalıkları ya da ahlak düşkünlükleri yüzünden- acıdığını söylerken, bir başkası “yetmez ama evet”i iki yüzlülük ve budalalık olarak niteliyor. Mahalle baskısından çok söz edilen bu ülkede ne yazık ki son zamanlarda en ağır mahalle baskısı bizim mahallelerde uygulanıyor. Doğrunun tekeli bendedir tavrı, yüksekten bakmak ve haddini bildirmek üslubu, bizim buralarda da Tayyip Erdoğan’a taş çıkartacak düzeye varıyor. O korkunç “taraf olmayan bertaraf olur” ya da “bertaraf ederiz” söyleminin sol versiyonu...
Bu köşeyi okuyanların sanırım tümünün hatırlayacağı ve teslim edeceği gibi, burada kendi oy tercihim dışındaki hiçbir tercihe karşı bir kez bile en hafif bir itham sözcüğü kullanmadım. En yakın çevremde, aklına fikrine kendimden fazla güvendiğim en yakın arkadaşlarım, en güvendiğim hukukçular, bilim insanları arasında hayırcılar, boykotçular var; ben böyle düşünüyorum ama belki de onlar doğrudur, referandumda alınacak tavrı bir kan davası haline getirmeyelim” diye defalarca yazdım. Ama, “evet” oyumu açıkladığım için karşılaştığım imadan saldırıya doğru giden dolaylı veya doğrudan tepkiler hiç de benimkine benzer olmadı.
İşte baykuş asıl bu yüzden, yani içine sürüklendiğimiz düşmanlık, katılık, birbirimizin düşüncesine, tercihine saygısızlık ve gün be gün derinleşen cepheleşme, yarılma, atomlara ayrılma ortamı yüzünden bu kadar gamlı.
12 Eylül bitecek, 13, 14 ve bilmem kaç Eylül olacak. Referandumun sonucu ne olursa olsun; ister başabaş, ister ağırlıklı evet, ister ağırlıklı hayır, isterse de umulmadık oranda boykot, referandum sonrasında bu ortam gevşemeyecek, aydınlanmayacak, daha da bulanacak. Süreç boyunca derinleşerek yaşanan düşman cephelere ayrılma, birbirinin yüzüne bakamayacak, en azından aradaki güven ilişkilerini derinden sarsacak ve buluşmaları engelleyecek sosyal psikolojik atmosfer daha da ağırlaşacak. Bu atmosferden iktidar çıkarmaya çalışanların her biri, referandum sürecinde girdikleri dönüşsüz yollar yüzünden kendi pozisyonunda daha da sertleşecek. Kürt hareketi, içinde beliren ayrışmaların su yüzüne çıkmasının da getirdiği sertleşmeyle keskin ve uzlaşmaz tavrını pekiştirecek, barış ve uzlaşma uzun bir süre için hayal olacak.
Çatışmalar yeniden başlayacak ve evlatlarımız ölmeye, halklarımız düşmanlaşmaya devam edecek. Türkiye’nin önünü tıkayan en önemli ideolojik saplantı olan Kürt düşmanlığı, şoven faşizan milliyetçilik güçlenecek. Vesayetçi zihniyet, demokratik rejime ve halka duyulan güvensizlik, seçkin muktedirlerin üst perdeden çıkan sesleri, tam da aşıldığını sandığımız bir dönemde güç kazanacak. En önemlisi, şu yaşadığımız iki üç aylık süre boyunca, aynı cephede oldukları sanılanların bile aralarına sokulan kamaların açtığı yaralar cerahatlenecek. Böyle diyor gamlı baykuş tünediği daldan. 
Ne olur, bilici kadın yanılsa bu defa, şu kötü gamlı baykuş sussa. 1968’in o unutulmaz sloganıyla, ne olur “gerçekçi olsak ve imkânsızı hayal etsek”. Bir mucize olsa, silkip atsak kinleri, düşmanlıkları, 21. yüzyıl dünyasında incir çekirdeği doldurmayan bu kavgaları. Köklerimizdeki despotizme, içimize işlemiş “tek doğru benimki” büyüklenmesine, birbirimize haddini bildirme tutkusuna, çatışkı ve uzlaşmazlığın devrimcilik olduğu saplantısına yenilmesek! 
Tayyip Erdoğan’dan, Bahçeli’den, Kılıçdaroğlu’ndan, benzerlerinden bana ne! Onlara da seslenmek, derdimi anlatmak isterdim, ama dinlemezler bu gamlı baykuşu. Benim sözüm bizlere, yola birlikte başladıklarımıza, birlikte yürüdüklerimize... Yeni bir dünya, yeni bir Türkiye arayışında, özgür tartışma ve diyalog ortamında buluşmak hiç mi mümkün değil? Yoksa sosyalizm ve ütopyamız -oraya varmak için çıktığımız yollardaki bütün yanılgı ve yenilgilerimize rağmen- özgürlüğün, barışın, adaletin adı değil miydi?