İnsanız, unutuyoruz; hele de işimize gelmeyen, hatırlamaktan huzursuz olduğumuz şeyleri daha kolay, daha çabuk unutuyoruz. Zihnimiz hafızamıza değil, hafızamız zihnimize hükmediyor çoğu zaman. Daha önemlisi, insan hafızası son derece seçici, kendisine yansıyan her şeyi değil sadece bazılarını saklıyor. Bu yazının başlığı “Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” (insan belleği unutma özürlüdür) de olabilirdi. Ergenekon davası kararlarından sonra yazılanlara, söylenenlere bakınca, bu sözün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha düşündüm.
Ergenekon davası tartışmasının hukuki boyutları beni aşar; vicdani boyutuyla söyleyeceklerim, iki uçta “savcıdan çok savcı” ve “avukattan daha avukat” olanların dışında, aklıselim sahibi kişilerin, yazarların, yorumcuların paylaştıkları görüş: Ergenekon davalarını, derin devlet ve içinde yuvalanmış çetelerle, devlet himayesindeki suç şebekeleriyle hesaplaşma hamlesi olarak başından beri destekledim, önemine, gerekliliğine inandım. Devletin demokratikleşmesi ve şeffaflaşması yolunda atılması zorunlu bir adım olarak gördüm. “Yesinler birbirlerini” demedim, yakın tarihin en kötü olaylarından, cinayetlerinden sorumlu bir yapının (hangi iradeyle olursa olsun) yargılanması gündemdeyken kenara çekilmeyi demokratik bilinçle ve vicdanla bağdaştıramadım. Dava sürecinde ise, usûl hatalarının hukuksuzluğa, yargılamanın adaletsizliğe dönüşmesine sadece yargılananların bazılarının uğradıkları haksızlık ve mağduriyet nedeniyle değil, aynı zamanda devletin kendini arındırma fırsatının heba edilmekte olduğunu gördüğüm için de isyan ettim. Ergenekon davası, aysbergin su yüzünde kalan küçük bir bölüme dokunup derin merkeze varamadan sulandırıldı. Darbeci-vesayetçi çevrelerin müdahale ortamı hazırlamak amacıyla vurucu güç olarak kullandıkları kod adı Ergenekon çetesi arasındaki bağlar yeterince açığa çıkarılamadığı gibi, güneydoğudaki faili meçhullerden Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hablemitoğlu cinayetlerine uzanan yol, Susurluk bağlantıları, JİTEM işi faili meçhuller, Hrant Dink, Rahip Santoro cinayetleri, Zirve yayınevi katliamı, bayrak provokasyonları, Sabancı suikastı ve onlarca, hatta yüzlerce benzeri görmezden gelindi. Derin devletin derin beyinleri korundu, sakınıldı. Ergenekon davasının ardındaki siyasi iradenin (AKP-Cemaaat koalisyonu) gerçek derinliklere inilmesinden fayda ummadığı, sadece iktidarına tehdit olarak gördüğü darbeci - vesayetçi kesimlerin geriletilmesiyle yetineceği anlaşıldı. Demokrasi vizyonları, ideolojik bagajları ve devlet anlayışları daha ileri gitmelerine elvermiyordu; kendi postlarını (iktidarlarını) pekiştirip korumak ötesinde bir dertleri yoktu.
Gelelim Ergenekon’a
Adı önemli değil, tek adı olduğunu da sanmıyorum; ama 1950 başlarında bütün NATO ülkelerinde kurulan, asıl amacı muhtemel bir Sovyet saldırısı veya sızması sırasında gereğinde halkı mobilize etmek olan gizli paramiliter yapıların varlığı çoktandır biliniyor. 80’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte, ülkeler bu yapıları tasfiye etmeye koyuldular. En iyi bildiğimiz örnek, İtalya’da Gladyo (kılıç) adını taşıyan örgütün 1992’de başlayıp yıllarca süren tasfiyesidir. Tıpkı bizdeki gibi jandarmanın bir silah deposunu tesadüfen bulmasıyla başlayan süreç, aralarında başbakanların, bakanların, ünlü kişilerin, işadamları ve mafya babalarının, gazetecilerin ve de yüksek rütbeli subayların bulunduğu binlerce kişinin sorgulanması ve mahkûmiyetleriyle sona erdi.
Türkiye gibi halkına karşı suç işleyen devlet geleneğine sahip, üstelik de soğuk savaş dönemi boyunca ABD’nin komünizme karşı ileri karakolu bir ülkede, benzer yapıların varlığı değil, yokluğu şaşırtıcı olurdu. Kimi araştırmacılara göre Türkiye’deki adı Altın Post olan, bugünlerde Ergenekon diye adlandırılan bu gizli yapıyı, darbe dönemlerinde sorgulardan, işkencelerden, hapishanelerden geçmiş olanlar, özellikle de solcular, sosyalistler, devrimciler iyi tanırlar. 1977-1980 arasında ülkenin kaosa yuvarlandığı, Kahraman Maraş, Sivas; Çorum gibi toplu katliamların gerçekleştirildiği, provokasyonların birbirini izlediği 12 Eylül darbesine hazırlık döneminde işlenen Abdi İpekçi dahil onlarca cinayette, 1990’lardaki Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu ve benzeri cinayetlerde, hele de güneydoğuda Kürt mücadelesinin yoğunlaştığı yıllardaki faili meçhullerde, Türk Gladyosunun kurşun ve parmak izlerinin varlığı tartışmasızdır.
1990’lara kadar ABD (CİA)’nin stratejik gereksinimini karşılayan bu yapılar, artık ihtiyaç ortadan kalktığı için çoğu ülkede tasfiye edilirken, Türk devleti bir alan kaydırması yaparak Türk Gladyosunu Kürtlerle savaşın hizmetine koştu. Mesela JİTEM, bu derin yapının bir kolunun yeni hizmetlere (!) adapte edilen reorganizasyonudur. Türkiye gibi bir ülkede bir düşman giderken yenileri öne çıkar/çıkarılır. Komünizm tehdidinin anlamsızlaştığı 1990’larda “bölücülük” ve “irtica” milli güvenlik belgelerindeki baş düşmanlardır ve Gladyo ya da Ergenekon türünden devlet içi gizli örgütlenmeler bölücülük ve irtica olarak tanımlanan faaliyetlere yönlendirilmiştir.
1952’de “Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri” adıyla kurulmuş olan, 1970’de Özel Harp Dairesi adını alan, 1992’den itibaren de Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak adlandırılan yapının içinde, gerektiğinde orduya yardımcı sivil güçlerin (Beyaz Kuvvetler’in) olduğu, Genel Kurmay’ın resmen kabul ettiği bir gerçektir. Türkiye’nin her yanına yayılmış, binlerce gönüllüden, binlerce silah deposundan oluşan bu yapı, doğası ve işlevi gereği gizlidir. Ergenekon veya başka adlarla ortaya çıkan oluşumlar bu yapının kimi zaman denetlenen ve görevlendirilen, kimi zaman denetimden çıkan birimleridir.
Dağınık anımsamalar
Unutma özürlü belleğimizi harekete geçirmek için gelişigüzel ve dağınık birkaç hatırlatma notu:
Adapazarı-Düzce şeytan üçgenini hatırlıyor musunuz? Kaç kişinin, kaç Kürt işadamının cesedi bulundu oralardaki askerî atış poligonunun çevresinde! Bölgenin jandarma komutanı o sıralarda Veli Küçük değil miydi? Ki sonradan, Susurluk bağlantıları apaçık olduğu halde terfi ettirilip Giresun’a tayin edilecekti. Tansu Çiller’in başbakan sıfatıyla, elimizde PKK’ye yardım eden isimlerin listesi var, dediğini ve o listeden birçok ismin kısa sürede ortadan kaldırıldığını hatırlıyor musunuz?
Susurluk kazasını izleyen günlerdeki gelişmeleri, Susurluk raporunu, Mehmet Ağar’ı, “Efsane Albay”ı, komisyonun bütün çabalarına rağmen ordu mensuplarının Susurluk komisyonuna bilgi vermek için bile getirilememesini, o kazada ölen Çatlı’nın cenazesinde, şimdi Ergenekon’dan hüküm giyen Drej Ali lakaplı Ülkücü Mafya reisinin Çatlı’nın mezarı başında “O bir Kılıçtı” (Gladyo göndermesi) demesini, aynı Çatlı’nın ve arkadaşlarının Kıbrıs’ta Ergenekon davasından hüküm giyen Türk Metal sendikası Başkanı Mustafa Özbek’in kendi adını taşıyan görkemli eğitim(!) merkezini mesken tutmuş olmasını, orada saklanan eski Ülkücüleri, Kıbrıs’ta işlenen derin cinayetleri hatırlamıyorsanız Kıbrıslılara sorun da anlatsınlar. Yeri gelmişken merhum Denktaş’ın Sayın Demirel’le birlikte derinlerin adamı olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Mesela o korkunç Sabancı cinayeti sırasında binanın güvenliğini sağlayan şirketin patronlarının Veli Küçük ve eski bir MİT müsteşarı olduğunu; mesela bütün kışkırtmalara rağmen güneydoğuda olaysız geçen 2003 Nevruz’unun ardından Mersin’de, birkaç çocuğun uzun pardösülü adamların ellerine tutuşturdukları Türk bayraklarını yakmalarıyla patlayan bayrak provokasyonunu, ardından gelen bayrak çılgınlığını; merkezi yine Mersin olan Kuvayi Milliye Derneği adlı, gizli ayinler yaptıran, üyelerine silaha el bastırıp o silahı vatan hainlerine çevireceği yemini ettiren tuhaf yapıyı (Başkanı ve başkan yardımcısı Ergenekon davasından hüküm giydiler), mesela Şenuygur ve Tolon paşaların, çeşitli üniversitelerde, en çok da Mersin’de, Trabzon’da “Parola vatan, işareti bayrak” kodlu buram buram ulusalcı, militarist provokasyon kokan konferanslarını; sonra Hrant Dink cinayetini, oraya doğru adım adım tırmanan provokasyon zincirini. Hrant Dink’in ve Agos yazarlarının yargılandığı Kerinçsiz takımının suç duyurusuyla açılmış sözde davalarda, daracık mahkeme odasında yargılananlara sadece sözle sataşma değil mahkeme heyetinin gözleri önünde tükenmez kalem, bozuk para, vb atmaya cesaret eden Kerinçsiz ve örgütdaşlarını, celselerden birinde Veli Küçük’ün de mahkeme odasında arzıendam etmesini ve bu sırada kapıda üzerinde hakaretler, vatan hainleri, vb. yazılı pankartlar taşıyan, avaz avaz haykırarak Agoscuları tartaklamaya çalışan bir kısmı bugün Ergenekon sanıkları arasında bulunanları... Ve de gören gözün, düşünen kafanın ilk andan büyük bir provokasyon olduğunu kavrayacağı Yargıtay cinayetini, ardından örgütlenen devlet cenaze töreninde ordunun göreve çağırılışını, hükümet istifa haykırışlarını...Gazete manşetlerini, köşe yazılarını hatırlıyor musunuz?
Ne yerim ne de belleğim elverişli tümünü saymaya ama neyse ki arşiv diye bir şey var, meraklısı son on beş yılın olaylarını arşivden tarayabilir ve dikkatli bir incelemeyle Ergenekon iddianamesinden çok daha sağlam ve güçlü bir iddianame çıkarabilir ortaya.
“Bu ne biçim örgüt, yargılananlar birbirlerini tanımıyor” diye itiraz edenler bu türden örgütlenmelerden habersizler anlaşılan, çünkü benzer örgütlerin yapısı tam da budur. Mesela Beyaz Kuvvetler mensupları da tanımaz birbirini. Bir üstlerinden emir alır bir altlarına iletirler, halka bir kaç kişide tamamlanır ve kapanır. Öte yandan, Ergenekon’un uydurma olduğunu iddia edenlerin, “Bu ne biçim örgüt, bunca farklı kesimden insan biraraya nasıl gelir!” argümanları da örgütün varlığını yadsımak yerine pekiştirmektedir. Bu yapılar, sadece Türkiye’de değil her yerde, birbirlerini tanımasalar da her birinin işlevi farklı olarak geniş bir ağ içinde buluşanlardan oluşur. Aralarında amaç birliği vardır, o kadar.
İster Ergenekon, ister Gladyo, ister başka bir şey, adı önemli değil; ama devletin içinde ve devlet tarafından kullanılan çeteleşmiş yapıların varlığını, Ergenekon’un da onlardan biri olduğunu kabul etmek istemeyenler bir kez daha düşünmelidir. Bence bu davada itiraz etmemiz gereken örgütün varlığı değil davanın yürütülüş biçimi, hedefinden saptırılması, hukuk ihlalleri, adil yargılama boşlukları, bir torbaya doldurulmuş sanıklar, siyasi hasımların tasfiyesi görünümü veren zihniyet yargılamasıdır. Tam da bu yüzden yakın tarihimizin bu en önemli ve kilit davası, en azından bu aşamada, derin devletin çözülmesini ve demokratik hukuk devletine doğru yol alınmasını isteyenlerde buruk bir tad ve keşkeler bırakmıştır. Derin çeteleri ve onları kullanarak demokratik işleyişe müdahaleye heveslenenleri geriletmiş, caydırmış olmakla birlikte - ki bu da büyük bir kazanımdır- derin devletin derinine ulaşılamamış olması, önümüzde demokratik bilincin gelişmesine doğru kat edilecek epeyce yol olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır bize.