Oya Baydar

10 Ağustos 2010

Dün’le Yarın Arasında

Dün’le yarın arasında bugün var. Dün, acılarıyla sevinçleriyle, iyisiyle kötüsüyle yaşanmış, bitmiştir.

Dün’le yarın arasında bugün var. Dün, acılarıyla sevinçleriyle, iyisiyle kötüsüyle yaşanmış, bitmiştir. Yarın, ne getireceği bilinmese, hatta korku duyulsa da bağrında umudu barındırır. En güç olan bugünü yaşamaktır, bugünle baş edebilmektir. Bitenle başlayacak olan, ölenle doğacak olan arasındaki o eylem ve karar zamanı...
Bir an gelir, eski toplumun bağrında olgunlaşan çelişkiler, eskiyi yıkacak, en azından dönüştürecek yeni toplumsal güçlere, yeni düşüncelere yol verir. Eski; toplumu cendere içinde tutan, nefes almasını engelleyen dar bir gömleğe dönüşür. O gömlek orasından burasından patlamaya başlar. Yeni ise henüz ortaya çıkmamıştır, meçhuldür, ne olacağı belli değildir, bu yüzden de hem kuşku hem de umuttur. İkisinin arasında, kaosu ve çatışmaları da barındıran bir geçiş dönemi yaşanır.
20. yüzyılın son çeyreği, 21. yüzyılın ilk on yılında dünya ve Türkiye, tam da böyle bir değişim, dönüşüm döneminde. Birkaç yüzyıldır egemen olan düzen şimdi dünyaya da Türkiye’ye de dar geliyor. Eskimiş, çürümeye yüz tutmuş, çok yerinden yamalı ve artık yama tutmaz olmuş bir düzen bu. Ne ki, eskinin yerini alacak toplumsal yapılar, düşünceler ve normlar henüz ufukta belirmiş değil. Dünyada ve ülkemizde yaşanan trajik altüstlükler, çatışmalar, savaşlar, bunların hepsi geçiş döneminde yaşanan doğum sancıları. Ama doğacak olan nurtopu gibi yeni bir insanlık mı yoksa teknolojinin kapitalizmden olma çocuğu bir hilkat garibesi mi? Bunu da bilmiyoruz.
Yeni’nin oluşup, şekillenip pekişmesi öyle birkaç günün, birkaç yılın işi değildir. Alttan alta süren kesintisiz bir gelişmedir bu aslında. Niceliğin niteliğe dönüşmesi, yani adım adım giden değişimin bu adımların birikimiyle birden ortaya çıkması uzun bir süreci kapsar.

Geçiş Dönemleri Sancılıdır

Geçiş dönemleri sancılı, çalkantılı ve çatışmalıdır. Dünyayı bir yana bırakıp kendi ülkemize bakacak olursak, bir süreden beri yaşadığımız toplumsal çatışmalar,  kimilerimizin geçmişe takılıp kalmaları, kimilerininse yeniyi kuruyoruz sanısıyla birikimi tahrip etmeye çalışmaları, kavram kargaşası, akla kara arasında onlarca gri ton bulunduğunu unutmamız, şaşkınlığımız ve şaşkınlığımızın ürünü olan kafa karışıklığımız, sapmalarımız, hepsi geçiş döneminin sarsıntılarıdır.
Ama, bu kaosa ve gerginliklere rağmen geçiş dönemleri geleceği hazırlayan verimli dönemlerdir.
Değişimin yönünü; yani söz konusu değişimin insanların refahına, mutluluğuna, özgürlüğüne doğru olup olmayacağını, değişim güçlerinin niteliği belirler. Ülkemizde yaşamakta olduğumuz sancılı dönemin başlıca sorunu: bir yanda, Türkiye’nin önünün açılmasına direnen eski düzenin güç odaklarının değişimin zorunluluğunun, önüne geçilmezliğinin ve yönünün bilincine varamamaları; öte yanda, değişimin taşıyıcısı gibi görünen güçlerin bu taşıyıcılığın gerektirdiği ufka, birikime, tercihlere sahip bulunmamalarıdır. Yeni liberal (neo-liberal), yeni muhafazakâr (neo-con) sınırlar içinde dolanmaları; ulus devleti aşan bir yurttaşlık ve toplum vizyonuna sahip bulunmamaları, kısaca soyundukları misyonun hakkını verebilecek donanım ve güçte olmamalarıdır.

Somutlamak İçin Birkaç Örnek
Türkiye toplumunun değişip dönüşmesinin ilk koşulu; vesayetçi, inkârcı, statükocu devlet sisteminin ve ideolojisinin zayıflaması ve sona ermesidir. Bir zamanlar, Marksist-Leninist öğretide “devlet aygıtının parçalanması ya da yıkımı” diye bellediğimiz, TCK’nın -o zamanlarki- 142. maddesinden yıllarca hapis yememek için de türlü çeşitli dil cambazlıklarına başvurup yumuşak şekilde söylemeye çalıştığımız olgunun kendisi olmasa da bir adımıdır.
İktidarda, bu adımı kendi varlıklarının ve iktidarlarının devamı için zorunlu sayan, bunda da haklı olan AKP, çevresinde de değişim amacına yönelen başka güçler var. Onlarcası arasından son örnek, bir haftadır yüreğimizi hoplatan, “Anneciğim, korkuyorum!”lar yaşatan Yüksek Askeri Şura ve ordu üzerinde sivil otoritenin tesisi süreci. Siyasal iktidar yasalardan aldığı yetkiyi kullanarak askeri vesayet sistemine bir ucundan dokunmak, bir tırmık atmak istiyor. Muhalefetten, “Ordunun teamüllerine dokunuyorsunuz, yıkıcılık yapıyorsunuz” çığlıkları yükseliyor. Burada teamül denilen şey sivil iktidar üzerinde vesayet kurmaya, iktidarı gerektiğinde darbe ile düşürmeye dayanan anlayış. Bu örnekte, yedeğine milliyetçi faşizan siyasal hareketleri almış olan “sol”, bizzat kendisinin ordu ve devlet karşısındaki ilkesel ve ideolojik hattına, kendi teamülüne ters düşüyor. Vesayet sistemine dokunmaya çalışan geleneksel sünni Müslüman sağ güçler ise, demokratik meşruiyet adımlarını hukuk çerçevesinde sürdürmekte güçlük çekiyor, “Adalete bir kez parmak atmakla, hukuğu bir defa delmekle bir şey olmaz” zihniyeti içinde, ordu komuta kademesini yeniden düzenleme yetkisini kullanırken tutuklamalar, serbest bırakmalar, bunlar üzerinden pazarlıklarla amacına ulaşmak için ilkesellikten ayrılıyor.

Bir Başka Örnek: Demokratik Özerklik
Zor bir geçiş dönemini kazasız belasız atlatmaya çalışırken karşımıza çıkan bir başka gelişme son zamanlarda Kürtler'in siyasal talepleri arasında öne çıkan demokratik özerklik. İktidarıyla muhalefetiyle, bu sözü duyan her siyasal kesim, kırmızı görmüş boğaya dönüyor ya da kendi müşterilerine karşı öyle görünmek zorunda kalıyor. Başta CHP, solun önemli bölümü de MHP ile birlikte, “Açılım dediniz, memleketi bölüyorsunuz” diye feryatlar koparıyor. Oysa biz değil miydik bunca yıl ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunan ve bu ilkeye eleştiri yöneltmeye cüret edenleri pasifizmle, halkların kardeşliğine kama sokmakla suçlayan? “Yerinden yönetim”le “demokratik özerklik”in ilişkilerini çelişkilerini soğukkanlılıkla tartışmadan Kürt hareketine yüklenirken, şu geçiş döneminde sol bir kez daha boşlukta asılı kalıyor, ard arda dizdiği ezbere formüllerin ve içi kof sloganların ipine tutunup havada sallanıyor.
Söylemek istediğim, yaşadığımız bu sancılı ve uzun süreceğe de benzeyen geçiş döneminde, sağ- sol, değişimci-tutucu, dönüştürücü- parsacı, dramatik biçimde birbirine karışıyor.
Dönüştürücülüğe soyunan ya da sürüklenenlerin  köklerinden ve özlerinden gelen tutuculuğu, muhafazakârlığı; devrimci, dönüşümcü olması gerekenlerin  köhnemiş çürümüş olana sıkı sıkıya yapışmaları; tutucuyu devrimci, devrimciyi tutucu görünüme bürüyor. Taraflar, kavramlar, konumlar ve fikirler birbirine girip kördüğüm oluyor.
Eski yıkılıyor, on yıllar içinde yeni bir dünya, yeni bir Türkiye gelecek. Ezberlerimiz, bizleri değişimin ve dönüşümün parçası olmaktan alıkoyuyor, statükonun koruyucu papağanları kılıyor. Yeni’nin, yeniyi yaratmakta vizyonları ve güçleri sınırlı, ayaklarında muhafazakârlığın ve ubudiyetin  prangaları olan güçler tarafından temsil ediliyor görünmesine neden oluyor. 
Biliyorum, ya da hayır, umut etmek istiyorum:Yeniyi kurabilme yetisinde ve gücünde bir hareket er geç oluşacak. Yarın çok farklı bir dünya, çok farklı bir Türkiye olacak. Şimdi en zor günü, yani bugünü yaşıyoruz. Zincirlerini koparmış, ezberleri aşmış yeni bir sol vicdan hareketi için “halâ umut var, kardeşim!”