O yollardan ben de geçmiştim; tam bir yıl önce. Üstelik yalnız değildim; her biri bütün mağduriyetlere karşı duyarlı, ötekine yönelen zulüm ve baskı konusunda, hak ihlallerinde, Kürt meselesinde, Ermeni meselesinde verilen mücadelelerin ortasında yer alan on iki kişiydik. Bu yüzden ölüm tehditleri alan, malum çevreler tarafından vatan haini ilan edilmiş olanlar vardı aramızda.
Antakya’dan Halep’e, oradan Şam’a turistik bir gezi yapıyorduk. Göreceğimiz yerler arasında Palmyra antik kenti de vardı ve benim gibi, -oğlumun çok küçükkenki şikâyet dolu sözleriyle: “taş-toprak-yıkıntı” meraklısı biri için gezinin başlıca amaçlarından biri Palmyra harabelerini görmekti.
Halep’ten Şam’a, güneye doğru inerken, doğuya Irak sınırına doğru ayrılan yol umutsuz, insansız, susuz bir taş çölünden geçiyordu. Kum çöllerinin masalsı bir havası, insana sonsuzluk duygusu veren derin bir güzelliği vardır. Taş çölleri ise, sözcüğün bütün olumsuz anlamlarıyla “çöl”dür. Yani yokluk, yoksunluk, korkunç bir sıcak, susuzluk ve ölümü çağrıştırır.
Artık turistik olmuş, yanıbaşında beş yıldızlı oteller kurulmuş Palmyra, bu çölü katederek Irak sınırına varan yolun üzerindedir. Palmyra’dan çölün içlerine doğru 250 kilometre kadar gidilince Deir ez - Zor’a (Der Zor) varılır. Der Zor, en düşük resmi rakama göre 600 bin, kimi iddialara göre l milyon Ermeni’nin “tehcir” adı altında ölüme gönderildiği son duraktır. Trabzon’dan, Sivas’tan, Kocaelinden, Malatya’dan, Kayseri’den, Antep’ten; Osmanlı Türkiye’sinin batısından doğusundan, kuzeyinden güneyinden, kadın, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar yüzbinlerce insanın, -düşünün ki yüzyıl öncesinin koşullarında- bu yolları, bu çölleri aşmaya ve orada ölmeye mahkum edildikleri yer...
Tabii ki pek çoğu o yolları, o çölleri aşamadı. Güneydoğudan tehcir edilenler belki de daha şanslıydılar, yolları daha kısaydı, olsa olsa 500-600 kilometreydi. Daha uzaklardan gelenler, çöle varmadan yollarda kırıldılar, saldırıya uğradılar, öldürüldüler. Yol boyu direklere, ağaçlara asılı kurukafaların, bebek ve kadın ölülerinin fotoğrafları vardır; hiçbiri de fotomontaj değildir, inanın. Son zamanlarda, kabul etmek istemesek de hiç değilse farkına varmaya, öğrenmeye ve konuşmaya başladığımız 1915 kanlı tehcirinin özeti böyledir. İster soykırım, ister büyük felaket, ister can kırımı deyin; işin özü ve acı gerçek hiç fark etmiyor.
Bütün bunları, 24 Nisan’da, Der Zor yolu üzerindeki Palmyra’ya gitmekte olan Cengiz Çandar’ın o çölün ortasında yazdığı duygulu yazısını okuyunca düşündüm. (Radikal, 25 Nisan Pazar, s.11) Ve kendi adıma, vicdanımda derin bir sızı, içimde kendi duyarsızlığıma karşı bir öfke duydum.
Tehcirin, kırımın, kıyımın farkında olduğumu sanan ben, demek ki o çölden geçerken bütün o trajediyi duymamıştım yüreğimde, Kilometre gösteren yol levhalarında “Deir ez- Zor: 250 km” yazısını gördüğümüzde, grubumuzdan birileri,“Aaa, Der Zor buralardaymış demek, gidilebilir mi acaba” demişti belki, ama uzun uzun üzerinde durduğumuzu sanmıyorum. En azından ben duyarsız kalmışım konuya.
Hep “farkındalık geliştirmek” deyip duruyorum. Suskunlukla, yasaklarla, çarpıtmalarla gerçekler bizden gizleniyor, farkında olmamız engelleniyor falan diye, amiyane tabirle, kafanızı ütülüyorum ya...Bir yıl önce geçtiğim o yollardaki utanç verici kayıtsızlığımı, Palmyra’yı görmeyi Der Zor’u hatırlamaya yeğleyişimi düşününce, farkındalığın da yeterli olmadığını anlıyorum. Anlıyorum ki bir olayın, bir olgunun farkında olmak, bilmek, siyaseten kavramak yeterli değil; yürekle ve vicdanla kavramak gerekiyor. Ancak o zaman o konu sizin parçanız olabiliyor; ancak yüreğinizin derinliklerinde duyar ve vicdanınızın aynasında okursanız, kendi sorumluluk payınız kadar ötekinin durduğu noktayı da anlayabiliyorsunuz.
* * *
Der Zor yoluyla ilgili iç hesaplaşmamdan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 23 Nisan’da koltuğunu çocuk başbakana devrederken söylediği sözlere atladım. Konuşmama başlayabilir miyim, diye soran küçük kıza, “Koltuk/ makam senin; ister as, ister kes” diyor Başbakan. Haberi okuyunca bir an gerçekten de inanamadım, acemi bir gazeteci, başlığa yarım- yanlış bir söz çıkartmış, diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki, tastamam bu sözleri söylemiş Tayyip Bey.
Bilmem sizin de başınıza gelmiş midir? Hani bazen insan başkası adına utanır; başkasının söylediği bir söz, yaptığı bir iş karşısında saçlarınızın diplerine kadar kızardığınızı ve terlediğinizi hissederiniz. Bir insan bunu nasıl söyler, nasıl yapar bu kadar utanç verici bir işi duygusunun, olayda hiç payınız olmasa da insan olarak sizi utandırmasından kaynaklanan psikolojik bir tepkidir bu. Siyasilerin çoğunun konuşması sırasında bu duyguya kapıldığım çok olur. Onlar adına utanırım. Bir zeka özürü gibi de görürüm böyle “ayıp” sözleri.
Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’de çalışan yoksul Ermenileri sınır dışı etme tehdidi böyle bir utanç yaratmıştı bende, sanki kendim söylemişim gibi yerin dibine geçmiştim. “Koltuk senin; ister asarsın, ister kesersin” sözü de aynı oranda utandırdı ve düşündürdü. Demek ki koltuk, yani iktidar makamı insana asma-kesme özgürlüğü veriyor. Demek ki Başbakan iktidar gücünü böyle kavrıyor.Kimse, “Ne var bunu büyütecek, lafın gelişi canım”, falan demesin; kimse, “Başbakah çocuk diliyle konuşmuş, ne var bunda”, demeye yeltenmesin. Asmak-kesmek çocuk dili değildir zaten.
Suriye çöllerinden Ankara’ya Başbakanlığa; Der Zor yolundaki duyarlılık eksikliğimle hesaplaşırkan Erdoğan’ın o talihsiz asma-kesme söylemine nasıl geldiğimi soracak olursanız...
Sorunların farkına varmak ileri bir adım, bir çaba gerektiriyor kuşkusuz. Bir de farkındalığı tetikleyecek, geliştirebilecek bir ortam gerekiyor. Sonra o konuda düşünmeye ve öğrenmeye başlıyorsunuz. Sonra da düşüncelerinizi dile getiriyorsunuz. Başbakan, Türkiye’nin çeşitli sorunlarında, örneğin Kürt sorununda, Ermeni sorununda, özgürlükler ve demokrasi konularında; eğer karşı cepheye asker yazılmamışsanız, gözünüzü iktidar hırsı ve kan bürümemişse, kafanız, zekanız, yüreğiniz büsbütün pas tutmamışsa, yani ille de aka kara demeyi muhalefet sanmıyorsanız, kimi zaman itiraz edilemeyecek güzel sözler söylüyor. Yazarlarla yaptığı toplantıda kendisi yazmamış da olsa, sanki kendi kaleminden çıkmışçasına rahat ve içten okuduğu konuşma metni örneğin... Kürt açılımı henüz “Kürt açılımı” adını taşırken yaptığı barışçı ve çözümden yana coşkulu konuşmalar örneğin... Ve hemen arkasından, asmak-kesmek; Ermenilere yüz yıl sonra bir çeşit tehcir tehdidi; Kürt siyasetçilere yönelik bölücülük dokundurmaları ve çark etmeler...
Giderek daha derin güvensizlik yaratan bu çelişkilerin temelinde, sorunu fark etmekle yetinip içinde duymamak, içselleştirememiş olmak, sadece siyasal bir araç olarak kullanmak, pragmatizm ve siyaseten doğrulukla yetinmek yatıyor. Kişinin kültürel geleneğinin ve etik dünyasının parçası olmayan, yüreğin en derininde duyulmayan, insanın kimliğinin ve vicdanının ayrılmaz çüzü olamamış, gerçek anlamda içselleştirilmemiş o “şey” bir dudak ucu söylemden ileri gidemedikçe, an geliyor, alışılmış dil ve öz benlik ortaya çıkıveriyor.
Tabii, içselleştirilememiş olsa da telaffuz etmek, söylemek bir adımdır; bunu yadsımıyorum. Bu kadarını bile yapamayan, kem sözle yetininler var çevremizde. Bir adımdır, evet; ama eksik ve güven vermekten uzak bir adımdır. Sadece aklımız ve siyasal hesaplarımız değil, yüreğimiz ve vicdanımız fark edip konuştuğunda varabiliriz insani gerçeğe.