Oya Baydar

22 Haziran 2011

Değişimi Okumak, Dönüşümü Başarmak

Ne zamandır yazmak istediğim bir konuydu; AKP’nin iktidar yıpranmasına...


Ne zamandır yazmak istediğim bir konuydu; AKP’nin iktidar yıpranmasına bile uğramadan oyların yüzde 50’sini alarak kazandığı seçim zaferi bir yandan, “Ne olacak bu solun hali” sorusunun gündeme oturması öte yandan, yazı kendini adeta dayattı. Bir ahkâm kesme yazısı değil; hep yenilgiye mahkûm müzmin muhalif psikolojisinden sıyrılıp,  şöyle bir gevşeyip birlikte düşünme ihtiyacının ürünü bir arayış yazısı bu...
Öncelikle; okurları bıktırma pahasına, 21. yüzyılın başında dünyanın çok derin ve hızlı bir değişim sürecine girdiğini; önümüzdeki yirmi yılda, bugünden tahayyül bile edemeyeceğimiz (teknolojik, ekonomik, siyasal, vb.) yapısal değişimlerin gerçekleşmesiyle yeni bir dünya kurulacağı öngörüsünü tekrarlayacağım. 2030’ların dünyası bizim kuşakların bildiğinden, alıştığından farklı bir dünya olacak. Ülkeler, güç dengeleri, sınırlar değişecek; kavramlar, değerler, insanlar değişecek. Bu değişimin bütün ipuçları bugünden görülüyor. Yarınlar bugünün içinden filizleniyor. Mutlaka iyi, yararlı filizler de olmayabilir bunlar, büyük olasılıkla zararlı, zehirli, kötü otlar da çıkacak. Yeri gelmişken şu soruyu da soralım hemen: Bana göre, size göre, yani bugünün insanına göre kötü olan, yarının yeni insanı için de kötü müdür? İyi ve kötünün ölçüsü nedir? Zamandan ve mekândan bağımsız mutlak iyi ve kötü, mutlak doğru veya yanlış kavramlarının yanıltıcı ve özgür düşünceyi engelleyici olduğunu, dogmatizmin temelini teşkil ettiğini hatırlayarak bu soruyu bir kenara koyuyorum şimdilik.

Türkiye’nin değişim sancıları

İletişim teknolojilerinin başdöndürücü gelişmesi ve global pazarın genişlemesiyle giderek küçülen ve bütünleşen dünyanın ortasında, Türkiye bu değişim ve dönüşüm fırtınasından uzak, durgun bir deniz ya da kendi içine kapanmış korunaklı bir ada değil; iyi ki de değil. Üstelik de tarihsel, toplumsal, kültürel özellikleri yüzünden, ülkemiz küresel değişim-dönüşüm sürecini, (dinsel veya seküler) ideolojik alanda, sınıfsal-siyasal yapıda ve değerler sisteminde, mesela Batı ülkelerine göre daha çatışmalı ve sancılı yaşıyor. Yüz yıl önce başlayan, seksen sekiz yıl önce Cumhuriyetin ilanına varan tarihsel gelişmeler bu sürecin neden sancılı olduğunun da ipuçlarını veriyor. 1910’larda, 20’lerde, dağılmış bir imparatorluğun yıkıntılarından yeniden yaratılmak istenen ulus devlet, kuruluşun gerektirdiği güçlü pazar birliğinden, ulusal bilinci yaygınlaştıracak bir burjuvaziden, ulus bilincine (Türklük olarak anlayın) sahip geniş kitlelerden yoksun; aşiret yapılarının güçlü olduğu, imparatorluk örgütlenmesinin dağıldığı çok etnili, çok dilli, çok halklı, çok dinli ve kültürlü bir toplumsal alanda inşa edilmeye çalışılıyor. Böyle olunca da ulus devlet kuruluşunun ve modernleşmenin yukardan aşağıya, otoriter, despotik, bürokratik olmaması düşünülemez. Kurucu ideolojinin temelindeki modernleşme hedefi, modern dışı veya modern karşıtı sayılan bütün kurumları, kültürel öğeleri, değerleri ve bunların gündelik yaşama yansımalarını baskı altına almayı, devlet güdümüne sokup yeniden şekillendirmeyi gerektiriyor. Öte yandan, tarihte çeşitli örnekleri görülen uluslaşma ve ulus devlet kuruluşu modelinin aksine, önce ulus devleti kurup sonra o devletin ulusunu (ve ulusal birliğini) oluşturma çabası 1915 kırımından Dersim kırımına, günümüzde hâlâ süren Kürt sorununa, vb. kadar tarihimizin kirli sayfalarını yaratıyor. Tabii, 20. yüzyılın ilk yarısının toplumsal mühendislik modellerini, totaliter kalkınma hamlelerini, Bolşevik devrimi ve SSCB’nin kuruluş sürecinin verdiği ilhamı, yani o çağın ruhunu ve yönelimini de unutmamak gerek.

Değişim dalgasını anlamak

Cumhuriyetin kurucu kadroları ve kuruluş ideolojisinin hem taşıyıcıları hem de bekçileri olan kurumlar, sınıflar, siyasal kadrolar, modernleşmeci Batıcı elitler, okumuş yazmış orta sınıflar ve aynı kaynaktan gelen bizler, yani geleneksel Türkiye solu, şu yaşadığımız günlerde, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında döşenmiş zeminin dipten gelen darbelerle çatlamakta olduğunu görmekten hem şaşkın hem de huzursuz. Öte yandan, “üsttekiler” ideolojik hegemonyalarını ve toplumsal güç ve statülerini yitirirken, -o da ne!- bunca yıldır “aşağıda” ve çeperde tutulmaya çalışılanlar üste çıkıyorlar. Modernleşme ve uluslaşma adına bastırılmış, yasaklanmış değerlerini, kimliklerini dayatıyorlar, geleneksel elitleri ve onların dokunulmaz saydıkları değerlerini, kurumlarını sarsıyorlar. İktidara aday oluyor, pay istiyor, yetmedi kendimizi koruyucusu, kollayıcısı, gerçek sahibi saydığımız “kutsal devletimizi” ele geçiriyorlar. Tayyip Erdoğan figüründe ve onun partisinde simgeleşen bu “saldırı” yüz yılın, doksan yılın egemen güçlerini ürkütüyor, siyasal kaleleriyle birlikte ideolojik kaleleri de darbe üstüne darbe alıyor. 
AKP’yi, bu gelişmenin müsebbibi, sorumlusu sanmak Batıcı modernist elitler ve kurumlar gibi zaten aynı kaynaktan çıkmış olan Türk solunun da başlıca yanılgısı. Çünkü AKP, bir neden değil dipten gelen değişim dalgasının ittiği, yarattığı, büyüttüğü bir siyasal fenomen, yani bir sonuç. AKP’yi artık hükümet olmanın da ötesinde üçüncü seçim döneminde iktidar yapan güç, şeriat özlemi, dindarlık motifi falan değil. Öyle olsaydı rahmetli Erbakan’ın Selameti ve benzerleri göğüslerdi ipi. Kendisini iktidara taşıyan kitlelerin içinden çıkmış, onların değerlerini, özlemlerini, kültürel kodlarını kendisi de aynen taşıdığı için dillerini iyi konuşan  Erdoğan, Türkiye halkının artık eskisi gibi yaşamak istemediğini, önemli bölümünün “karnını kaşıyan adam” diye küçümsenmek, ikinci sınıf sayılmak istemediğini, devlet tarafından ezilmeyi, geleneksel devletin kulu olmayı artık kabul etmediğini çok iyi biliyor. Bu halkın kendi inançlarını, kültürünü, kimliğini özgürce yaşamak, dünyayla bütünleşmek, kabuğunu yırtmak, (hayal bile olsa) zenginleşmek, iyi yaşamak istediğinin de farkında. Özetle, AKP değişimi iyi okuyor. Değişimi iyi okuyan bir diğer akımın da Fethullahçı hareket olduğunu; bu hareketin aynı zamanda İslamiyeti neo-liberal dönemin gereklerine uygun şekilde yeniden biçimlendirmeye çalışarak, bir çeşit reforma uğrattığını da eklemek gerek. Gerek AKP’nin, gerekse Fethullahçılığın yaygınlaşmasının ve güç kazanmasının anahtarı da burada zaten. (Bu konuda Tayfun Atay’ın dün çıkan yazısı söylemek istediklerimi benden iyi söylüyor, uzatmıyorum.)
CHP’den başlayarak geleneksel solun çeşitli kesimleri ise, yaşanmakta olan dünya çapındaki değişimin derinliğini, Türkiye’ye etkilerini, Türkiye halklarının değişim taleplerinin özünü, yönünü iyi okuyamadıkları için; bir şeylerin değiştiğini sezseler bile, dogmalaştırılmış ideolojik kavramlarla, artık hayatta karşılığı kalmamış eski ezberlerle, 1920’lerin içi tamamen boşaltılmış ve sadece lafta kalmış “devrim” nostaljisiyle kısıtlanıp dönüşümün ve devrimin güncel içeriğini ve tanımını yapamadıkları için yenilgiye uğruyor, nal topluyorlar. 
Bu noktada bazılarınızın öfkelendiğini, saçmalıyorsun dediğini duyar gibiyim. Daha fazla küfür ve hakaret yemeden hemen söylemem gereken: değişimi fark etmek ve değişim dalgalarından yararlanmakla devrimci dönüşümü sağlayabilmenin aynı şey olmadığı. Daha da önemlisi, dönüşümün dümenini 20. yüzyılın modernist kalkınmacı anlayışının farklı bir modeli olan; doğayı, insanı, kültürel birikimi ve değerleri tahrip eden vahşi neo-liberalizmden kırıp 21. yüzyılın sularında yüzdürebilmenin, bütün iddiasına rağmen AKP ve benzeri hareketlerce başarılamayacağı. Bunların bir süre sonra kendi sınırlarına dayanıp kendi ideolojik-sınıfsal çıkarları ve iktidarlarına yetecek kadar değişimle yetinecekleri ve büyük değişimin önünde engel oluşturacakları. Yani değişimi okuma başarısını gösterenlerin, dipten gelen dalgaların işaret ettiği dönüşümü gerçekleştiremeyecekleri... 
21. yüzyılın doğrultusunu ve değişimi doğru okuyan, okumakla kalmayıp barışçı, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünyaya ve Türkiye’ye doğru dönüşümün itici gücü olabilecek bir hareketin; iktidarı değil dönüşümü, sol statükoyu değil devrimi hedefleyen ve bu dönüşümü kısır siyasal çelişkilerin çatışmacı çözümüyle değil uzlaşmayla, diyalogla, doğanın, insanın, vicdanın evrensel dilini kullanarak gerçekleştirmeyi amaçlayan bir harekete ihtiyacımız var. Ne zaman, nasıl, nereden kaynaklanarak, hangi güçlerle? Bilmiyorum. Bu satırları yazmaya çalışan ben dahil, eskinin, geleneğin içinden geliyoruz çoğumuz. O büyük ütopyaya doğru yürüyebilmek için yeni yollar aramak, aynı müktesebatla yeni yapılar kurmak, yeni düşünceler üretmek hiç kolay değil. Belki de sıfırlayıp yeniden başlamak gerek, belki yeni insanlar gerek. Bilmiyorum; ama konunun daha çok düşünmek, daha çok paylaşmak ve daha çok yazı kaldıracağını biliyorum. Belki devam ederiz...