Oya Baydar

24 Mayıs 2024

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

Gaziosmanpaşa'daki Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi'ndeki etkinlikte çocukların üzerine "kefen" örtüldü

Kimlerin elindeyiz, hayatımız, kaderimiz, çocuklarımız kimlerin elinde?

Bir ülke nasıl çökertilir, sadece bugünümüz değil gelecek kuşakların yaşamı nasıl heba edilir, insanlar kötülüğün, ilkelliğin, çürümenin pençesine nasıl itilir? Soruların cevabını bulmak için 2024 Türkiye'sine gören gözlerle bakmak yeterli.

Ne açlık sınırındaki yoksulluk, ne haksızlık hukuksuzluk, ne suyun, toprağın, yeşilin, yaşamın talanı… Sorun: Bu melanetlerin tümünün anası olan ruh hastası, ilkel, cahil, kriminel bir zihniyetin pençesine düşmüş olmamız. Sorun, insanı da toplumu da çürüten bu zihniyetin iktidarın himayesinde öldürücü bir virüs gibi toplumun kılcal damarlarına nüfuz edip yaygınlaşması.

Mezar, kefen, ölüm: "Yerli ve millî" ÇEDES eğitimi

Son örneği Gaziosmanpaşa'daki Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde yaşandı. Okuldaki Filistin'le dayanışma etkinliğinde öğrenciler ölü taklidi yaparak yere yatırılmışlar, üzerlerine kefen örtülmüş. Bir süre önce başka bir okulda, çocuklar mezar maketlerinin başında senaryo uyarınca ağlayıp sızlayıp ölmüş annelerinin yasını tutmaya zorlanmışlardı. Örnekler çoğaltılabilir, dışarıya yansıyanların ötesinde kimbilir daha neler yaşanıyor, çocuklarımız hangi ilkel, cahil, dinden îmandan da habersiz ruh hastalarına teslim ediliyor.

Çocukların, gençlerin ruh sağlığını olduğu kadar hayata bakışlarını, insanî-ahlâkî değerlere sahip iyi insanlar olarak gelişmelerini de olumsuz etkileyecek bu türden sözde eğitimler ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum) projesinin yan ürünleri. Millî Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "dindar ve kindar" nesiller yetiştirme amaçlı, aslında Anayasa'nın laiklik ilkesine olduğu kadar özgür eğitim hakkına, kişi hak ve özgürlüklerine de dolaylı saldırı olan ÇEDES, AKP iktidarının siyasî İslam tahayyülündeki toplumu yaratmak amacıyla tarikat ve cemaatleri eğitime sızdırma projesinden başka bir şey değil. ÇEDES kapsamındaki etkinlikler, dersler, vb., öğretmenler, eğitim uzmanları tarafından değil kim oldukları belirsiz, Diyanet'in gönderdiği (siz tarikatler, cemaatler olarak anlayın) kişiler tarafından veriliyor. Yapıp ettiklerine bakıldığında, bu kadroların cehaleti, ilkellikleri, hurafelerle dolu kafaları ve ruh sağlığı bozuklukları apaçık görülüyor.

Hangi çevre duyarlılığı, hangi değerler?

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin. Sokaktaki hayvanları "uyutma" adı altında öldürmenin cinayet olduğunu öğretin. Çiçeği böceği, hayvanı, yaşamı korumayı öğretin.

Maksat genç kuşakların değerlerine sahip çıkmalarını sağlamaksa, insan haklarını, insanî-vicdanî değerleri, insanlar arasında ayrım yapmamayı, barışı, kardeşliği, ötekileştirmemeyi, insan sevgisini öğretin. Sadece Filistinli çocukların değil dünyanın bütün çocuklarının, hele hele kendi ülkemizdeki çocukların acılarına hem ortak hem de merhem olmayı öğretin. Yas tutmayı, ölümü öğretmenize gerek yok, öldürmemeyi, kin gütmemeyi, din, mezhep, dil, kültür, etnik köken, sınıf farkı gözetmeksizin insanı anlamayı, korumayı, sevmeyi öğretin.

Biliyorum, benimki boş söz, boş hayal. Kendinizde olmayanı, kendinizin bilmediğini nasıl öğreteceksiniz ki!

Tepeden tırnağa hasta bir toplum

ÇEDES ve şahit olduğumuz akla zarar uygulamalar kendiliğinden doğup gelişmedi. Yıllardır bu ülkeyi yönetenlerin üstünde kuluçkaya yattıkları canavar yumurtasından nur topu gibi değil, dışkı topu gibi bir kötücüllük canavarı çıktı. Ruh hastası dediğim zihniyet toplumu adım adım ele geçirdi. Giderek kök saldı, yayıldı, yaygınlaştı. İktidardakilerin savaş, düşman, hain kavramları üzerine kurulu kin ve nefret söylemi toplumu sardı. Savaşın, kanın, ölümün kutsanması kan dökmeyi, öldürmeyi sıradanlaştırdı.

En tepedekilere bakıyorum; sözünü ettiğim sağlıksız ruh halinin örneklerini görüyorum. Mesela, iktidarın güçlü ortağı Sayın Bahçeli. Bugüne kadar ağzından bir güzel söz, bir sevecen ifade duymadık. O konuşurken yüzünü inceliyorum: gerilmiş, tekallüs etmiş, sağlıklı ruh halini yansıtmayan bir ifade var yüzünde. Son zamanlarda bu ifade daha da derinleşti, yerleşti. Bazen acıyorum da; hem ona hem de kendimize. İnsanın yüz ifadesi içini yansıtır. Bu ruh halindeki bir insan ülkeye huzur, barış, kucaklaşma, en azından yumuşama getirebilir mi?

Bir fıkra vardır: Her şafakta horozun gagalayarak uyandırıp şey ettiği tavuğun canına tak etmiş, "Şaapacaksın anladık da bir gün de öperek uyandır be horoz efendi" demiş. Devlet Bey ne zaman konuşsa bu fıkrayı hatırlıyorum, "Bir gün de öperek uyandır milleti Devlet Bey" diyorum içimden.

Öte yandan, Cumhurbaşkanı'nın yıllardır muhatap olduğumuz kin ve nefret söyleminin tonunu hafifletmesi; hakaretlerin, saldırıların yumuşaması siyasetin normalleşmesi sayılıyor. Olması gerekeni lütuf kabul edip umutlanıyoruz.

Kimlerin elindeyiz; ülkemiz, çocuklarımız, geleceğimiz kimlerin elinde diye sormuştum yazının başında. Siyasî olduğu kadar psikolojik vaka'larla karşı karşıyayız. Yüzlerce yıl öncesinin karanlık dehlizlerinde yaşayan, cehalet ve ilkelliğin pençesindeki tarikatlerin, cemaatlerin IŞİD türevi, Talîbanvarî zihniyetlerinin tasallutu altındayız.

Bu noktaya rastlantı eseri gelmedik; iktidarın tercihiydi. Aynı zamanda çıkar grupları olan bu tarikatler, cemaatler iktidar tarafından beslenip semirtildi. Ama, son dönemlerin gelişmeleri bu tercihin iktidardakiler için de tehlike oluşturduğunu gösteriyor. Acemi büyücü çırağı gibi, yarattıkları felaketi engelleyip onaracak güçleri yok. Dizginleri ellerinden kaçırmış görünüyorlar.  Devlet kurumlarının ve devlet bürokrasisinin şu veya bu tarikatın güdümünde olduğu; mafyanın, çetelerin, derin odakların emniyette, yargıda, güvenlik kuruluşlarında birbirleriyle dalaştıkları, bakanlıkların parsellendiği, muktedirlerin cinayetlere karıştıkları bir ortamda, "devlet aklı" denen derin devlet de hangi ata oynayacağını, ağırlığını hangi kefeye koyacağını bilemez görünüyor.

Bu çaresizliğin ve dağınıklığın önümüzdeki günlerde bugünü aratacak gelişmelere yol açmasından, normalleşme beklerken faşizan baskıların artmasından endişe ediyorum. Öngörü demeyeceğim, ama gamlı baykuş olarak aklıma gelen hep başıma gelir. Erdoğan'a seferberlik ilan etme yetkisi de veren son kararname çekindikleri birşeyler olduğu izlenimi veriyor. Yarattıkları canavardan mı kitlelerin gücünden mi korkuyorlar, bilmiyorum. Toparlanmanın ve kendi kurtuluşlarının da çaresinin; tarikatlerin, çetelerin, suç şebekelerinin iktidar ortaklığına son verip hukuk düzenine dönmek olduğunu biliyorum. Bu da ancak o zihniyetten kurtulmakla olur.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

- Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)