Oya Baydar

15 Şubat 2012

Cemaat, Siyaset, İktidar

Yazılmayan, söylenmeyen ne kaldı bu konuda? Elini sallasan, “strateji uzmanı” adı...

 

 

Yazılmayan, söylenmeyen ne kaldı bu konuda? Elini sallasan, “strateji uzmanı” adı altındaki kompo teorisyenlerine, bir takım güç odaklarıyla bağlantılı “iyi haber alan” muhabir ya da tetikçilere, her şeyi bilip de biz sıradan vatandaşların aklı iyice karışsın diye karnından konuşan ağır yorumculara çarptığı şu ortamda, benim gibi istihbaratsız, bütün odaklardan bağımsız, mutlak bağlantısız, biraz da safdil biri ne söyleyebilir ki! Yine de, hiç övünülemeyecek bu eksiklerime rağmen ve de tam bu yüzden, siz benim dediklerime kulak verin. 

Şu günlerde neyin nerede durduğunu, kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlayabilmek için dikkat ve nesnel bakış gerekiyor. Nesnelliğin ilk şartı ise hiçbir iktidar odağına bağlı ya da yandaş olmamak; daha da önemlisi, ideolojik gözlüklerin gerçeği deforme etmesine imkân vermemek. En zoru da bu olmalı, çünkü çoğumuzun, hele de siyasal bağlantılı ve müzmin takımcı olanlarımızın gözünde o gözlükler var. Kime, hangi kesime yakınsa onun objektifinden bakmak, olguları onun gözlükleriyle yorumlamak çok yaygın, bir o kadar da insanî. 

 

Bu Taşın Altında Kim var?

 

MİT- yargı, veya Hükümet (yürütme)- yargı çatışmasına gelince. Herkes doğal olarak, bu işin altında ne var diye soruyor. Her taşın altında “The Cemaat” var demek kadar, her taşın altında “The Ergenekon” var demenin de aynı ölçüde anlamsız ve yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Tıpkı bütün olup bitenleri AKP’ye ( veya AKP- cemaat koalisyonuna) ya da PKK-KCK’ye bağlama kolaycılığı gibi, sosyolojik olmaktan fersah fersah uzak, gelişmelere şu veya bu siyasal-ideolojik odağın gözlüğüyle bakan değerlendirmeler bunlar. Bir de somut olgular var: Yani olayların adım adım nasıl geliştiği, kimlerin nerede pozisyon tutup ne dediği, hangi siyasal güçlerin hangi adımları attığı... 

Her taşın altında Cemaat, -kendilerinin tercih ettiği terimle Gülen Hareketi- yok bana göre; ama bir haftadır konuştuğumuz, tartıştığımız, son zamanların en sarsıcı devlet krizine yol açan gelişmeyi tetikleyen MİT Müsteşarı’na yönelik yargı tasarrufunda söz konusu hareketin aksi kolay kolay ispat edilemeyecek iradesi var. 

Gülen Hareketi’nin son yıllarda kazandığı, dinî olmanın çok ötesine giden, ideolojik-siyasal yanı ve yaygınlığı dinî vechesini kat be kat aşan etkisini yok saymak Türkiye gerçeğinin önemli bir bileşenini inkâr etmek olur. Bayi satışı 20-25 bin civarı olan Zaman gazetesinin 1 milyona yakın özel dağıtım örgütlenmesini; sadece Türkiye’de, Müslüman ülkelerde değil Uganda’dan Brezilya’ya yayılan okullarını; Türkiye’deki milyonlarca gönüllüyü hesaba katarsanız, Cemaat’in her taşın olmasa da epeyce taşın altına girdiğini anlayabilirsiniz. Türkiye ile sınırlı kalmayıp “çağdaş” İslam adına bir dünya projesi olan, doğası gereği büyük paralara hükmeden, ABD başta olmak üzere dünya güçleriyle de derin ve yakın ilişkili bu hareket; militan gönüllüleri, sempatizanları, iç halkaları ve tepesiyle, bütün siyasal-ideolojik projeler gibi kendi dünya tasavvuru ve toplum vizyonu doğrultusunda mevzi kazanmak ve iktidarını güçlendirmek isteyecektir. İktidar hedefi, benzer bütün siyasal-ideolojik hareketlerin doğasında vardır. İktidar olma biçimi ise, klasik örgütlenme ve süreçlerle yada darbelerle devleti ele geçirmek olabileceği gibi Fethullah Gülen hareketinde gözlendiği gibi geniş bir gönüllüler ağı ile toplumun ve devletin kurumlarına görece yumuşak biçimde yerleşmek ve “gönüllerin fethi” yoluyla değişimi alttan sağlamak da olabilir. 

 

İktidar Çatışması mı? 

 

Olup bitenleri derin bir iktidar savaşı ya da bugünkü iktidar koalisyonu içinde bir restleşme olarak görenler, belli kurumlardaki hasım kişilerin birbirleriyle itiş kakışı diye küçümseyenler, ordu ve askerden sonra şimdi de MİT’te temizliğe sıra geldiğini olumlayarak veya olumsuzlayarak ileri sürenler; işin/ taşın arkasında İsrail veya İran’ı ya da Ergenekon’u arayanlar var. Yani kafalar da durumlar da epeyce karışık. 

Son kriz çerçevesinde ortaya dökülen bütün görüş ve gelişmeleri, üç-beş yıldır yaşanmakta olanlarla birlikte ele aldığımızda, iktidar koalisyonunun ortakları arasında, devletin el değiştirmesi sürecinin hızı, aşamaları, derinliği ve nereye ne kadar vurulacağı konusunda bir sürtüşme ve restleşme olduğu görülüyor. AKP’nin en azından bu aşamadaki hedefi: iktidarda uzun süre kalmak, ekonomik programını ve bölgedeki iddiasını pekiştirmek için devlet kurumlarındaki ve yasalardaki engelleri ortadan kaldırmak ya da değiştirmek. Ordu, geleneksel yargı ve adalet bürokrasisi, Kemalist ideoloji ve tortuları, vb. AKP’nin önünü kestiği sürece ve oranda tırpanlanıyor, gerektiğinde de pragmatik AKP onlarla uzlaşıyor. Bu kadarı, Başbakan’da özetlenen AKP’ye şimdilik yetiyor. Cemaat’in büyük projesi ise ( bu, Türk-İslam sentezinin 21. yüzyılın Türkiye ve dünya koşullarına uyarlanmasıdır) devletin bütün kurumlarında kendi ideolojisini hakim kılmayı gerektiriyor. Yani çok daha derinliklere nüfuz etmeyi... Özde buluşan iki kanadın arasında uzun zamandır tek tek olaylarda gözlenen farklılaşma ve soğukluklar; nerede durulacağı, ne kadar derine inileceği, nereden nasıl vurulacağı gibi konular yanında, lider konumundaki insanların kişilik ve üslup farklılıkları kadar tarikat, islamî hat, gelenek farklılıklarıyla da ateşleniyor. Özetle, büyük ve gidişatı değiştirecek bir iktidar mücadelesinden değil, birbirini hizaya getirmeye yönelik bir boy ölçüşmeden ve kurumlara kendi kadrolarını yerleştirme kavgasından söz etmek daha doğru görünüyor bana. 

 

Emniyet ve Yargı’daki Güç 

 

Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde belirginleşen genel kanı, emniyet teşkilatı ve yargıya Cemaat’in artık bütünüyle hakim olduğu. Ben böyle toptancı bir yargıdan çok, buralardaki kilit pozisyonları kontrol ettiklerini düşünüyorum. Yıllar öncesinden, üniversitelerdeki hukuk fakültelerinden, polis okullarından başlayarak emniyet ve yargı bürokrasisinde etkinlik sağlamayı amaçlayan uzun süreli çalışmalarının meyve vermeye başlaması, bu meyvelerin darbecilik ve askeri vesayetle hesaplaşma sürecinde olgunlaşıp görünür hale gelmesi Gülen Hareketi’nin AKP ile siyasî ortaklığını pekiştirdi. Bu konuda amaç ve hedef bire bir örtüşüyordu. Emniyet ve yargının kimi hukuksuzluklarına, aşırılıklarına, yanlış operasyonlarına amaç birliği gözetilerek göz yumuldu. Sıra MİT’e geldiğinde ise dananın kuyruğu koptu. Herkesin bildiği sır: Cemaat’in MİT’e hakim olamadığı, MİT içinde bir yandan AKP öncesi kadroların varlığının, öte yandan Başbakan’ın yeni prenslerinin kilit konumlara getirilmesinin kurumu şimdilik Cemaat etkisine kapalı tuttuğu. Son emniyet-yargı atağı, bir yanıyla bu durumun değişmesi için ortağı zorlamaya  ve geriletmeye yönelik bir adım. Ancak Gülen hareketi sempatizanlarının veya uygulayıcı-tetikçilerinin MİT operasyonu konusunda taktik hata yaptıklarını, hesapsız ve aceleci davrandıklarını harekete yakın kişiler ima ediyorlar. Fethullah Gülen’in kriz sonrasında Başbakan’ı yağlayıp yücelttiği geçmiş olsun konuşması işin özüne değil biçimine eleştiri sayılmalı. Bir çeşit, fazla heyecanlı davrandınız, çizgiyi aştınız uyarısı... Tabii, bu darbe ile Cemaat’in bizim gibi fanilerin haberdar olamayacağı, kendilerince olumsuz bir gelişmeyi engellemeye çalıştıkları da akla gelebilir. 

 

Kürt Meselesi mi Acaba? 

 

Soruşturmayı yürüten  ve şimdi görevden alınan savcı, MİT müsteşarını ve diğer yüksek düzeydeki MİT’çileri KCK-PKK, Kürt meselesi üzerinden değil de başka bir konudan vursaydı “Her taşın altında değilse de bu taşın altında cemaat var” derken biraz daha tedbirli davranırdım doğrusu. Ancak Kürt sorununun çözümünde bizzat Fethullah Hoca’dan başlayarak Cemaat’e mensup olan kanaat önderlerinin ve sözcülerin çözüm anlayışlarının Kürt siyasi ve silahlı hareketini sonuna kadar yok et, sonra “masum ve iyi Kürtler”e bazı haklar tanı olduğunu kendi beyanları, yazıları, tutumlarıyla biliyoruz. Bu bakış açısının ve siyasetin AKP’nin bütününü olmasa da, tek sözcü ve simge konumundaki Erdoğan’ı Habur’dan beri nasıl etkisi altına aldığı, nasıl kuşattığı da görünür gerçek. 

İlk KCK tutuklamalarını hatırlayalım; belediye başkanlarının ve Kürt siyasetçilerinin elleri kelepçeli fotoğraflarının Emniyet tarafından basına servis edilmesini; varlığı en azından 2006’dan beri devletçe ve herkesce açık olarak bilinen KCK yapılanmasının, KCK=BDP denklemi kurularak, binlerce insanı tutuklayan topyekân bir siyasal operasyona dönüşmesini; Oslo görüşmelerinin ortaya dökülmesinden sonraki gelişmeleri; Cemaat’e yakın bütün organ ve kişilerin, tek bir ağızdan “ diyalogla olmaz,sonuna kadar kır” stratejisini savunmalarını... Bir de beynime yer etmiş bir yazı var. Cemaatle çok yakın ilişkili bir eski emniyet mensubunun, geçtiğimiz yıl Kasım ayında yazdığı bir yazı: O yazıyı okuduğumda, istihbarata dayanıyorsa pes doğrusu, sallıyorsa suç sınırında geziniyor, demiştim. Son hafta içinde olup bitenler, uygulamayı gerçekleştirecek savcının adı hariç harfi harfine yer alıyordu o yazıda. MİT’in en başındakilerin yakında başlarının belaya gireceğinden tutun da, KCK/ PKK içindeki il sorumluluğuna kadar gelmiş MİT elemanlarının varlığına kadar, hepsi. Bugün de aynı çevreden bir başkası MİT’çilerin başını yakacak çok önemli delillerden, ıslak imzalı belgelerden falan söz ediyor. Demek ki, bugün savcıların ellerinde bulunan gerçek ya da düzmece belgeler hareketin de elindeymiş, zamanı gelince servis edilmiş. 

Yazı çok uzadığından onlarca benzer örneği, bu soruşturmadaki tuhaflıkları burada veremiyorum, sadece aynı minvaldeki enformasyon-dezenformasyonun hızla sürmekte olduğunu söyleyebilirim. 

 

Peki MİT Temiz mi? 

 

MİT, Mossad, CİA, vb...vb... Hiçbir, ama hiçbir istihbarat örgütü kansız, yalansız, pisliksiz değildir. Hele de devletin içinde çetelerin cirit attığı, Gladyo kalıntılarının kökünün tam kurutulamadığı, siyasi geleneğin devletin suçlarına ve cinayetlerine neredeyse meşruluk kazandırdığı bizimki gibi bir yapıda... Eğer çağdaş, demokratik, şeffaf hukuk devletinden söz ediliyorsa bütün devlet kurumları gibi, hatta en başta istihbaratın ve MİT’in (bu tip yapılar ne kadar temizlenebilirse) temizlenmesi gerekir. Bu kurumların komplolarla, provokasyonlarla, cinayetlere kadar varan etik dışı işlerle, pislikle dolu olduğunu biliyorum. Temizlenmeleri gerek, ama nasıl? Bir ideolojik görüşün, bir güç odağının, mutlak iktidara yönelen bir hareketin karşısında engel gördüğü kadroları şimdi gözümüzün önünde sahnelenen oyundaki gibi tasfiye etmeye çalıştığı şekilde mi? Başbakan’ın hukukta yeri olmaması gereken “kişiye özel” yasayla kendi adamını kurtarmaya çalıştığı gibi mi? Bence MİTçilerin bugüne kadar yaptıkları (denedikleri demek daha doğru olacak) en hayırlı iş olan Oslo ve İmralı süreci ve Kürt meselesi üzerinden vurarak mı? CHP ve MHP gibi en küçük bir çözüm önerisi ve siyasi vizyonu olmadan, iktidara vuralım da ne olursa olsun çapsızlığı ile mi? 

Yıllardır devleti bütün kurum ve kuruluşlarıyla çürüten en önemli konunun Kürt sorununda çözümden yana politikalar üretilememesi, savaş ve yok etmekten başka yol tanımayan militarist çözümlerin terk edilmemesi olduğu son MİT kriziyle bir kez daha görüldü. Ordudan MİT’e, yargıdan emniyete uzanan  kirlenme hepimizi ve ülkenin geleceğini tehdit ediyor. Bu kirlenme, eskileri bertaraf edip yerlerine kendi kadrolarımı yerleştiririm kafasıyla temizlenemez. Temizlenmenin tek yolu, devletin ve ülkenin demokratikleşebilmesi için Kürt sorununun uzlaşmacı ve barışçı yollarla çözülmesinin denenmesidir. Bu yola karşı olan siyasetler ve hareketler, ne MİT’i ne devleti temizleyebilir. Çünkü bu savaş herkesi, bütün kurumları kirletti. Lağım suyuyla çamaşır yıkanmaz, yıkadığınızı sanırsanız sadece kokmakla kalmaz mikrop kapıp ölebilirsiniz de.