Oya Baydar

02 Kasım 2023

Bir yaşam, üç Osman

Türkiye'nin aydınlık yüzleri üç Osman'ı düşününce kötümserliğimi bir an için üzerimden atıyorum, onları tanımış olmaktan gurur duyuyorum. Hiç yitirmedikleri umutlarından ders alıp umutsuzluğumu yenmeye çalışıyorum. Vicdan onların ortak yanıydı, dünyadaki ve ülkedeki kötücüllüğü yenmenin yolunun vicdandan geçtiğini düşünüyorum

Duygusal bir yazı bu; vicdanını yitirmiş bir dünyada kötülüğe, şiddete, eşitsizliğe, zulme karşı direnmekten geri durmamış, teslim olmamış, umutsuzluğa yenilmemiş üç arkadaşıma; üç Osman'a bir saygı ve teşekkür yazısı.

Osman Arolat'ı kaybettiğimiz haberi beni Almanya'da, bir başka Osman'ın, Osman Okkan'ın, 30 yılı aşkın emeğini taçlandıran "Cumhuriyet'in 100. yılı, Kultur Forum'un 30. yılı" toplantısından dönerken yakaladı. Dünyayı değiştirmek için yola çıkmış, mağlup ama kahraman kuşağımın çocukları bu dünyadan birer birer ayrılırken her biriyle benden de bir parçanın koptuğunu, yalnızlığımın derinleştiğini bir kez daha hissettim.

İnsan bir yaşa geldiğinde kayıplarıyla o kadar eksiliyor ki, "Allah uzun ömür versin" temennileri pek de iyi gelmiyor. Dostluklarla, yoldaşlıklarla yürünmüş bir yolun sonuna vardığınızda yeni kayıplardan, daha fazla yalnızlaşmaktan ürküyorsunuz. Köln'de Kultur Forum'un 30 yılının kutlandığı gerçekten başarılı toplantı sırasında bu duyguyu çok derinden hissettim. Kultur Forum'un gerçek banii olan ve bugüne kadar getiren Osman Okkan'ı ayakta alkışlarken bu duygularla ona sımsıkı sarıldım.

Sonra dün, artık hükümlü olduğu için infaz koşulları ağırlaşan Osman Kavala'nın cezaevinden seslenişini okudum. Hakkında tek bir suç kanıtı olmadan altı yıldır tutuklu, daha doğrusu muktedirlerin rehinesi olan Osman kendine has barışçı, şiddet karşıtı, sakin ve dengeli üslubu ile Vaclav Havel ödülüne layık görüldüğü için teşekkürlerini bildirirken, "Hamas'ın sivillere saldırı eylemi ve İsrail bombardımanının Gazze'de yarattığı felaket sevinmeme fırsat vermedi," diyordu. Beni asıl etkileyen, seslenişini "Ülkemde hukukun egemenliğine dair umudumu kaybetmedim," diyerek bitirmesi oldu.

Üç Osman, tek vicdan

Çok farklı çevrelerden, farklı siyasal çizgilerden gelen, farklı alanlarda çalışmış/çalışan bu üç insanın ortak yanı, eşitlik, adalet, barış, insan hakları mücadelesini ömürleri boyunca bıkmadan, usanmadan, umutsuzluğa kapılmadan yürütmüş olmalarıdır. Tek nitelemeyle, onlar vicdan savaşçılarıdır. Yüksek perdeden konuşanların, "ben, ben" diye bağırarak kendilerin öne çıkarmak için çırpınanların, sesleri işlerini aşanların bol reyting aldıkları, kahraman kesildikleri günümüzde, söz değil iş yaparak, yaptıkları işlerin arkasında kalmayı başararak, çatışmacı değil uzlaşmacı tutum ve üsluplarıyla insanları ikna ederek, engellere rağmen yollarına sebatla devam etmeleridir onları ortaklaştıran.

Osman Arolat'la tanışmam 1960'ların ortalarına Türkiye İşçi Partisi yıllarına gider. Doğan ve İnci Özgüden'in Ant Dergisi günleri, 67-68 öğrenci eylemleri, 12 Mart, tutukluluk, hapishane günleri, Aydın Engin'le kurdukları İSTA haber ajansı, Tekstil Sendikası dergisi, sonra araya giren ayrılıklar… Onu hiç yükselmeyen sakin sesiyle, sürekli projeleriyle,  çığırtkanlık yapmadan, sessizce kotardığı eylemlerle hatırlıyorum. Bir Gençlik Liderinin Anıları kitabını Aydın'a "Ortak, şimdi sen de anılarımızı yazmaya başla" diyerek imzalamış. Şimdi kitabı, o yılları ve yitirdiğimiz insanlarımızı anarak yeniden okurken devrimci kuşağımın o güzel insanlarını bir kez daha özlemle, sevgiyle anıyorum.

Osman Okkan'ı ilk kez 12 Eylül darbesi sonrasında yurtdışında yaşamak zorunda kaldığımızda, Sofya'da yapılan Dünya Barış Konseyi toplantısında örgütün o günlerdeki başkanı Rhomes Şandra'nın koluna girmiş ona birşeyler anlatarak kongre sarayının geniş merdivenlerinden inerken görmüştüm. 1980 sonuydu, askerî faşist darbeyi gerçekleştiren generaller (ki, "beşi bir yerde" diye adlandırılırlardı) ülkeyi kasıp kavuruyorlardı. Osman, Şandra'yı yakalamış Türkiye'deki durumu aktarmaya çalışıyordu sanırım. Sonraki yıllarda Almanya'da sıkça beraber olduk, barış, demokrasi, insan hakları, kültürel yakınlaşma için çalışmalara, eylemlere katıldık.

Almanya'da yabancı düşmanlığına karşı, kültürel yakınlaşma, insan hakları, dayanışma, barış ve demokrasi mücadelesi için ne yapılmışsa onda Osman Okkan'ın öncülüğü ve payı vardır. 1993'te Yaşar Kemal ve Günter Grass'ı, iki ülkenin bu iki dev yazarını, 30. yılını kutladığımız Kultur Forum'u kurmaya ikna eden ve bugüne kadar geliştirerek, güçlendirerek getiren O'dur. Özellikle son birkaç yıldır Türkiye'deki insan hakları ihlalleri ve Türkiyeli mağdurlarla dayanışma konularında, Alman barışçıları ve demokratlarıyla birlikte Kultur Forum bünyesinde yaptığı çalışmaları hatırlatmak yeter.

Osman Okkan Almanya'da siyasî çevrelerde, demokratik kamuoyunda, yıllarca çalıştığı -başta WDR- Alman medyasında tanınsa da Türkiye'de tanıyanı, bileni azdır. Çünkü adı her yerde görülmez, "ben yaptım" diye ortaya çıkmaz. Cumhuriyet'in 100., Kultur Forum'un 30. yılının kutlandığı dolu dolu geçen, gerçekten görkemli toplantıda sahneye davet edildiğinde 76 yaşın biraz eğdiği, yıprattığı bedeni ve her zamanki alkışlardan mahçup haliyle  onu yüzlerce kişiyle birlikte ayakta selamlarken, bunu sonuna kadar hak ettiğini düşündüm, arkadaşımla gurur duydum.

Osman Kavala, Osmanlar arasında en geç tanıdığım oldu. Adını bilirdim, sevmeyenlerin, kıskananların "kızıl milyoner" dediklerini de duymuştum. (Her milyoner onun gibi olsaydı, dünya daha iyi bir yer olurdu.)

Osman Kavala ile 1992'de sürgün dönüşü karşılaştık. Sivil toplumculuk nedir, maddî manevî varlığını halkların yakınlaşması, barış, adalet için harcamak ne demektir, yaptığı çalışmaların bazılarını izleyerek bazılarına katılarak öğrendim. Hrant Dink'le birlikte kurduğumuz Barış Girişimi'ne, "Irak'da Savaşa Hayır" kampanyasına katkıları, kavgacı olmadan inatçı ve tavizsiz olabilmesi, siyasî çevrelerle diyaloğa girmeyi de mesafe koymayı da bilmesi, nezaketi, efendiliği, ve de özellikle altı yıldır rehin tutulduğu parmaklıkların ardında başını eğmeden, umutsuzluğa kapılmadan direnmesi…

Bu özellikleriyle, ülkeyi yönetenlere bir değil, birkaç boy büyük geldiğini, karşı karşıya bırakıldığı haksızlığın, hukuksuzluğun biraz da kişiliğine duydukları kıskançlıktan, aşağılık komplekslerinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Türkiye'nin aydınlık yüzleri üç Osman'ı düşününce kötümserliğimi bir an için üzerimden atıyorum, onları tanımış olmaktan gurur duyuyorum. Hiç yitirmedikleri umutlarından ders alıp umutsuzluğumu yenmeye çalışıyorum. Vicdan onların ortak yanıydı, dünyadaki ve ülkedeki kötücüllüğü yenmenin yolunun vicdandan geçtiğini düşünüyorum.

DÜZELTİ: Yazıda yanlışlıkla Ant Dergisi yerine Tan Dergisi, İnci Özgüden yerine İnci Ergüden yazılmıştır. Düzeltir, özür dileriz. 

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)