Aydın ya da entelektüel... Sadece bizde değil her yerde tartışılan, farklı tanım ve yorumlara yol açan sorunlu bir kavram. Kişinin taşıması kadar iktidarların da tahammül etmeleri zor bir sıfat.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü grup toplantısında yaptığı konuşmayı dinlerken bambaşka bir yazı vardı kafamda. Demokrasi ve özgürlükler söyleminin, dudaklarının ucundan kurtulup içselleşmesinin, sadece kendi siyasi-ideolojik çerçevesiyle sınırlı kalmayıp herkes için demokrasi talebi ve vaadi haline gelebilmesinin mümkün olup olmadığını tartışacaktım. Bir de CHP milletvekillerinin halkı sokak sokak, mahalle mahalle direnişe çağırmasının, zinde güçlere (hâlâ zindelerse!) göz kırpmasının, bütünüyle yanlış ve demagojik çağrışımlarla 27 Mayıs’a, yani meşru iktidara karşı darbeye gönderme yapmasının ne kadar vahim, kabul edilmez olduğunu söyleyecektim. Başbakan’ın, CHP’nin genlerine işlemiş vesayetçilik ve darbeciliğe karşı eleştirilerindeki -her zamanki saldırgan ve öfkeli üslubu bir yana- özdeki haklılığını anlatmaya çalışacaktım.
Gel gör ki kısmet olmadı. Çünkü Başbakan, Mısır’daki halk isyanı, hükümetin bu konudaki tavrı, CHP’nin halk iradesini vesayetçilikle aşma niyetleri gibi çok önemli konuların arasında, birden “enteller” de diyerek alaycı, küçümseyici bir üslupla aydınlara saldırmaya başladı.
Ne ilk kez karşılaştığımız bir tavırdı bu, ne de ilk söyleyen Tayyip Bey’di. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada, çoğunluk desteğinden aldıkları güce güvenen; karizmatik, becerikli, zeki, ancak entelektüel donanımları, kültürel birikimleri zayıf, ufukları kendi dar ideolojik- kültürel çerçeveleriyle sınırlı sağ veya sol popülist liderlerin ortak dilini kullanıyordu Başbakan. Aydınların popülist lider tarafından kitlelerin gözünde önemsizleştirilmesiyle tanımlanan bu dilin altında yatan temel güdünün, kişinin bilince çıkaramadığı gizil bir eksiklik duygusu, bilimsel adıyla enferiyorite (kendini aşağı görme)kompleksi olduğu, konuyla ilgilenen bilim insanlarınca ortaya konmuş bulunuyor. Enferiyorite kompleksinin dışa yansımasının çoğu kez süperiyorite (üstünlük) kompleksi biçiminde olduğu da bir başka bilimsel veri. Hele de bulunduğu mevki ve gücünün bilincinde olan lider kişi, bu eksiklik duygusunun bilinç altında yarattığı ezikliği üstünlük taslayarak ve karşısında gördüğü aydını (aslında düşünceyi ve birikimi) aşağılayarak gidermeye çalışıyor.
İktidarlar aydınlardan hoşlanmazlar. Tabii “aydın” derken sadece okumuş yazmış, dil bilen, lügat paralayabilen, büyük büyük konuşan, üç kitap okudu diye üstünlük taslayan, halkı küçümseyen, kendini başöğretmen sanan ve bu halleriyle aydın düşmanlığını besleyen “tip”ten söz etmiyorum. Hele de Türkiye’de halkı da, Başbakan’ı da aydın düşmanı haline getirmiş olan devlet ulemasından, statükoya ve devlete eklemlenmiş, kafasını kalemini iktidara kiralamış okur yazardan hiç bahsetmiyorum. Aydın; okuyan, öğrenen, bilgi dağarcığını sürekli genişleten, kendi dar çevresi ve zamanının dışına taşıp dünyaya açılmayı göze alan ama hepsinden önemlisi sorgulayan, bağımsız düşünen, eleştirel bakan, kafasına hiçbir siyasetin ve ideolojik saplantının pranga vurmasına izin vermeyen insandır. Böyle bir aydın- iktidar ilişkisinin, daha doğrusu çelişkisinin en bilinen ve eski örneklerinden biri Sokrates ve onun başına gelenlerdir.
Aydınını ufalayan ülke
Bugünün işi değil; bu toplum, portresini çizmeye çalıştığım bağımsız aydınını her zaman ezmiş, ufalamış, zulme uğratmıştır. Her dönemde her iktidar, kendi tabularına ve meşrebine göre; kimi zaman hürriyetçi, kimi zaman hilafetçi diye; Müslüman, dindar ya da dinsiz, “gâvur”, ateist diye; komünist ya da liberal, muhafazakâr ya da Batıcı laik diye, Kürt diye, Ermeni diye, aydına baskı yapmıştır. Aydın olma tekelini ellerinde bulundurduklarına inanmış/ inandırılmış elitist cumhuriyet aydınları, öğretmen edaları ve kibirleriyle geniş halk kitlelerinden ayrı düştükçe halkın gözündeki ve kafasındaki aydın tanımı onlarla özdeşleşmiş; böylece popülist iktidarların aydın düşmanlığını yeri geldiğinde silah olarak kullanmalarına imkân tanınmıştır. Öyle ki “aydın” nitelemesi, kişiyi halktan koparan, kitleye yabancı kılan bir varoluş ve davranış biçimi olarak algılanmış, aydın kişi bu sıfatın altında ezilmiş, neredeyse “ayıptır söylemesi, kusura bakmayın aydınım” haline düşmüştür. Kendi özelimden ve çevremden örnek verecek olursam, çalıştığım sivil toplum kuruluşları adına veya bağımsız kişiler olarak görüşlerimizi, kaygılarımızı veya protestolarımızı kamuoyuyla paylaşmak için zaman zaman çıkardığımız ortak imzalı bildirilerin, açıklamaların medyada “Aydınlar bildirisi” ya da “Aralarında şunların şunların da bulunduğu aydınlar” olarak yansımasından rahatsızlık duyduğumuz; medyaya, “aman aydınlar diye vermeyin haberi, yurttaşlar diye verin” uyarı ve ricasında bulunduğumuz çok olmuştur. Neden? Halkta yaratılmış olan “aydın” kuşkusundan, aydını kendine yabancı hissetme duygusundan çekinildiğinden; ama asıl kendini halktan ayıran kibirliler olarak algılanmamak için...
Kim yaratmıştır bu aydın çekincesini veya düşmanlığını veya küçümsemesini. “Entel” terimini ve bu terimin simgelediği tipi hatırlayın. Kitlelerdeki bu algının bir nedeni; bir kısım elitist, statükocu, devlete yamanmış, halkı küçümseyen, insanlara üstten bakan aydın tipinin yansıttığı imge ise; bir başka ve daha da derin nedeni, aydından hele de muhalif aydından hoşlanmayan muktedirlerin körüklediği düşmanlık ve küçümsemedir. Kitlelerde bu hissiyatı beslemelerinin nedeni ise, bağımsız aydının muhalif tavrının iktidarlarını yıpratmasından duydukları korku kadar kendi karizmalarının çizilmesi korkusudur da.
Aydınlara Çok İhtiyacınız Var Sayın Başbakan
2007’de, 27 Nisan e-muhtırası verildiğinde hiç vakit yitirmeden 500 aydının imzasıyla muhtıraya karşı çıktığımızda, bir kesim tarafından hain ilan edilmiştik. Irak savaşına karşı çıkarken, AB reformlarını desteklerken, değişimin ve demokrasinin gereği anayasa değişikliklerinin, hakların, özgürlüklerin yanında saf tutarken, Kürt halkının dilini, kimliğini savunurken, vesayetçiliğe, darbeciliğe, militarizme karşı tavizsiz tutum alırken, Türkiye’nin değişimden ve demokrasiden yana bağımsız aydınları, bu yoldaki adımlarda AKP’yi desteklediler; özellikle de toplumu zincirlerini kırmaktan alakoyan vesayetçiliğe, darbeciliğe karşı, yolları AKP’nin çıkarlarıyla çakıştı. Verilen destekler AKP’ye veya Başbakan’ın kara gözlerine değil, demokrasiye ve özgürlüklereydi. Kimilerinin hiç kavramadığı bu bağımsız tutumu bu günlerde aydınlara saldıran Başbakan’ın da anlayamadığı görülüyor. Kelle ve oy hesabından ibaret bir kısa görüşlülükle, aydınların eleştirilerinden yararlanacağına öfkelenip saldırganlaşıyor.
İyi bir konuşmacı olan Tayyip Bey’in, her zamanki gibi kendi kendini ajite ederek sürdürdüğü ve kitlesini heyecana getiren grup konuşmasını dinlerken, “aydınlar mı getirdi bizi bu yere, AKP’nin aydınlara ihtiyacı yok...” gibisinden, aydınlar için değil ama kendisi için çok zararlı ve de yanlış bir söyleme neden ihtiyaç duyduğunu sordum kendime. Üstelik de konu ve gündem tümüyle farklıyken. Düşündüm ki, Tayyip Erdoğan biat kültüründen geliyor ve özgürlük anlayışının sınırları da orada bitiyor. Şimdi kendisine biat edilmesini istiyor. Aydının tanımının biat ve vesayeti içermediğini düşünemiyor. Tıpkı kendi ideolojik siyasal egemenliklerinin sona ermekte olduğunu görüp direnen çevreler gibi, Başbakan da bağımsız düşünmenin, her türlü vesayetten azade olmanın gerçek aydının en temel hasleti olduğunu anlayamıyor. Boylarına erişemeyeceği bu türden aydınları kitlelerin ve kendi kadrosunun gözünde yıpratarak hem komplekslerini yeniyor, hem de halkın içine salınmış aydın sevgisizliğini ve uzaklığını kaşıyarak, seçim defterinin kâr hanesine yazmaya çalışıyor.
Benden söylemesi: Kendinize ve siyasetinize çeki düzen verebilmek için bağımsız aydınlara çok ihtiyacınız var Sayın Başbakan. Ülkenizin, siyasetinizin ve başbakan olarak bizzat kendinizin profilini onlarla yükseltebilirsiniz ancak. Oy hesabında bindelerle ifade edilen o sessiz azınlığın sesi toplumun içine sızar, orada kalmaz geleceğe uzanır; sizin iktidar hoparlöründen yükselen sesiniz sustuğu zaman da usul usul duyulur. Sizler gittikten sonra o ses kalır.