Oya Baydar

19 Ocak 2024

Askıda barış, askıda anayasa, askıda ekmek

Barış sağlamanın yolu yordamı, siyasî çözümü var. Bu konuda, ders çıkartılabilecek önemli deneyimler var. Savaş zorunluluk değil bir tercih meselesi. Neyin tercihi?

"Askı", dilimizdeki çok anlamlı sözcüklerden biri. Sözlüklere göre kök anlamı "eşya asmaya yarayan nesne",  ama gündelik kullanımda ve halk ağzında onlarca farklı anlamda kullanılıyor. Boyna asılan altın dizisi veya başka mücevherat, yeni yapılan binalarda ev sahibinin ustalara veya düğünlerde arabacıya hediye amacıyla çatıya ya da arabaya asılan kumaş, gelin odalarına asılan yapma çiçek gibi süsler, kurutulmak için asılan meyve hevengi, kırık uzuvların hareket etmemesi için asılarak tespit edilen bağ, bir çeşit kahveci tepsisi,  resmî işlemlere ait ilanların bir süre ilgili yerlerde asılı kalması, saz şairleri arasındaki yarışmalarda kazanana verilmek üzere duvara asılı tabanca, saz, kumaş vb. gibi armağanlar, vb. Elbise askısını, pantolon askısını, işkence yöntemi Filistin askısını da unutmayalım.

Bir de "askı"lı deyimlerimiz var. En sık kullandıklarımız "askıda bırakmak", "askıya almak", vb… Anlamı: bir konuyu halletmeden bırakmak, sonuçlandırmamak, yok saymak…

Pandemi günlerinde; askıda ekmek, askıda simit, öğrenciler için askıda defter, vb. gibi, verenin kimliği bilinmeden insanların ihtiyaçlarına bedelsiz ulaşabilmelerini sağlayan uygulamayı  hepimiz hatırlarız. Güzeldi, insancıldı, dayanışma duygusunun ifadesiydi. Bu yazının başlığındaki "askı" sözcüğü ise; yoksunluk, mahrum bırakılma, oyalanma, çözümü geciktirme yok etme, yok sayma anlamında kullanılıyor.

En temel ihtiyaçların askıda olduğu ülke

Ekmek, şeker, erzak, simit, defter, kalem çoktan askıdan indi. İnsanlarımız kendi aşlarının ekmeklerinin derdine düşmüş durumdalar; dayanışma ruhundan cok birbirini paralama güdüsü yaygınlaşıyor. Böyle bir ortamda, yaşamak için ihtiyacımız olan maddî manevî her şey, sözcüğün olumsuz anlamıyla: askıda.

Ne ekmeğe aşa, ne hakka adalete, ne özgürlüğe, ne de barışa ulaşabiliyoruz. Son günlerde, hatta yıllarda, konuşup, tartışıp, feryad ettiğimiz üç temel konu: insanları açlık sınırına getiren  hayat pahalılığı; Anayasa'nın fiilen askıya alınmış olması; art arda gelen şehit haberleri. Yani: iş-aş-ekmek yoksunluğu; yani: hak, adalet, özgürlük yoksunluğu; yani: bu topraklar üzerinde ve bu dünyada eşitçe, kardeşçe, barış içinde yaşama yoksunluğu…

Temel konu ve sorun kuşkusuz yoksulluk. Açlık sınırında, hatta altında yaşamaya çalışan milyonlarca insanımız, uçurum düzeyindeki eşitsiz gelir dağılımı. Bu konuyu  saraylarda ve saray çevresindeki müştemilatlarda oturanlar ve de en fazla 4-5 milyonluk mutluk azınlık hariç herkes kemiğinde hissettiğinden uzun söze gerek yok. Tek söyleyebileceğim, enflasyon verilerinin doğru olduğunu kabullensek bile (ki değil), hayat pahalılığı ile enflasyonun aynı şey olmadığı. Sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri dersinde bir hocamız "İstatistik, rakamlarla yalan söyleme sanatıdır " demişti. Olta misinası ve tenis topunun da dahil olduğu, buna karşılık önemli ihtiyaç maddelerinin ağırlıklarının düşük tutulduğu sepetten çıkan enflasyon rakamı, en temel ihtiyaçlarımızdaki fiyat artışlarının çok altında kalıyor. Resmî enflasyon rakamları sadece ücretlere, maaşlara düşük zam yapılmasına yarıyor.

Anayasa da, hukuk da, adalet de askıda

Anayasa uzunca bir süredir askıda. AİHM ve Anayasa Mahkemesi  kararları uygulanmadığında Anayasa ihlal ediliyor demektir. İktidarın hoşlanmadığı kararlar aldıklarında Anayasa Mahkemesi hakimleri terörist ilan edilirse,  bırakın meslekleri mevkileri, yaşamları dahi tehdit altında kalırsa, o ülkede anayasal düzenden söz edilemez.

Açık konuşalım; bugün Türkiye hukuk devleti, hatta kanun devleti olmak bir yana anayasal bir devlet de değil. İki "tek adam"ın keyfî yönetimine ne ad verileceğini konunun uzmanlarına bırakıyorum. Anayasanın askıda olduğu bir ülkede yasaların da hükmü olmaz. Dolayısıyla sadece muhalifler değil iktidar ve çevresindekiler, ekonomik krizden etkilenmeyen mutlu azınlık da hukuk şemsiyesi dışında korunmasız kalır, keyfî karar ve uygulamalara muhatap olur.

Anayasayı ihlâl, değiştirme, ortadan kaldırma, askıya alma, (ceza yasalarında idam olsaydı) idamlık suçtu, bugün TCK'ya göre bu suçun cezası ağırlaştırılmış müebbettir. İdam çığırtkanlığı yapanlara bu hususu da göz önünde bulundurmalarını tavsiye ederim.

Şehitler ölüyor, vatan da bölünüyor

Uzun zamandır askıda olan en hayatî konulardan biri de barış.

Son günlerde art arda gelen şehit haberleri acıyla birlikte soruları da peşinden sürükledi. Bu soruları ben ve benim gibi düşünenler yıllardır bıkmadan, usanmadan ve de yüreğimizde acısını duyarak dile getiriyoruz ve bu yüzden "hain" sayılıyoruz. Son bir ayda sınırlarımız ötesinde, Irak'ta sürdürülen harekâtta resmi açıklamalara göre 21, farklı kaynakların açıklamalarına göre çok daha fazla askerimizin canını kaybetmesi üzerine bıçak vicdanlara dayanmış olmalı ki bazı emekli subayların, albayların, generallerin dilleri yavaş yavaş çözülmeye başladı. Benim gibi hainlerin ne zamandır sorduğu soruyu onlar da -utangaçça da olsa-sormaya başladılar. Sınırlarımızın onlarca kilometre dışında, Kuzey Irak'ta, Suriye'de verilmekte olan savaşın amacı nedir? O bölgede ne yapıyoruz, evlatlarımızı ne uğruna şehit veriyoruz?

Konuyu da bölgeyi de sizden benden çok daha iyi bilen komutanlar, yıllardır verilen o basmakalıp cevabın (terörle mücadele ediyoruz, terörü ininde yok etmeye, vatanı korumaya, beka'mızı sağlamaya çalışıyoruz) sloganlaştırılmış kofluğunu, tedbirli ama özünde anlaşılır biçimde sorguluyorlar. Daha dün onlardan biri TV ekranlarında, "Sınırları korumaksa en fazla 5 km'lik bir güvenli bölge sağlarsın,  30-35 km. daha da fazla derinlere inmeye gerek yoktur. Eğer daha derinlere gidiyorsanız amacın açıklanması gerekir," mealinde konuşuyordu.

Hainlik rütbeme bir yıldız daha takarak söylemek istiyorum: Art arda gelen şehit haberlerinden sonraki uyanış, -belki cesaret edilemediğinden, hain damgası yemekten korkulduğundan, belki kafalardaki ezberler, devlet tapıncı, etnik milliyetçilik tortuları yüzünden, belki "her Türk asker doğar" öğrenilmiş safsatası ya da fütuhat hayalleri nedeniyle-, askerî zaaf ve askerî strateji hataları eleştirisinden öteye geçemiyor. İşin can damarı olan asıl soru sorulamıyor: Ordumuzun, askerimizin oralarda, sınırlarımızın ötesinde ne işi var? Evlatlarımız o yabancı topraklarda ne uğruna ölüyorlar? Şu kadar şehidimiz var, buna karşılık beş on misli terörist öldürdük açıklamaları anlamsız olduğu kadar vicdansız da. Öldürdükleriniz ölenleri/şehitleri geri getirmiyor.

Şehitler öldükçe vatan da bölünüyor. Çünkü vatan sadece bir toprak parçası değildir, vatan o toprakların üzerinde yaşayanlardır, insanlardır, halklardır. Vatan toprak değil yürektir. Savaşlar, operasyonlar, şehit haberleri, düşman algısı, hain ithamları sürdükçe, etnik milliyetçilik yükseldikçe insanların yüreği her gün biraz daha yarılıyor, toplumsal fay hatları derinleşiyor. Korkmamız, engellememiz gereken gerçek bölünme budur.

Barış sağlamanın yolu yordamı, siyasî çözümü var. Bu konuda, ders çıkartılabilecek önemli deneyimler var. Savaş zorunluluk değil bir tercih meselesi. Neyin tercihi? Bu sorunun, giderek toplum nezdinde etkisini ve inandırıcılığını yitiren "beka " ötesinde ikna edici bir cevabı olmalı: kayıplarımızı, şehitlerimizi, dökülen kanı haklı ve meşru gösterecek bir cevap...

Bu savaş sürdükçe ülkemizde barış da anayasa gibi askıda kalacak, insanlarımızı kasıp kavuran yokluk, yoksulluk, ekonomik yıkım sürecek. Savaş; halkların kardeşliğine, iç barışa, hak, hukuk, özgürlük taleplerine engel olduğu gibi refahımıza da engel. Zamanın içişleri bakanı Soylu'nun resmî açıklamalarına göre 40 yılda terörle mücadeleye harcanan meblağ 3 trilyon 722 milyar dolar, son Pençe - Kilit operasyonlarının maliyeti ise 12 milyar dolar olarak ifade ediliyor. Sadece Pençe- kilit harekâtında onlarca, yüzlerce canımızı yitirdiğimizi düşününce, insan maliyet hesaplarından utanç duyuyor.

Militarist, savaşçı, güvenlikçi, özünde ırkçı şoven zihniyetin  ülkeyi mahkûm ettiği kader bu. Şimdi soruyorum, hain kim/ kimler? Bu hainlerin gerçek amaçları nedir? O amaç neyse, ödenen bedele değer mi?

Yurttaşlar olarak hepimizin sorması gereken soru bu? Konuya eleştirel yaklaşanların, en başta da ana muhalefet CHP'nin, işi askerî hatalara, beceriksizliklere indirgemeden cesaretle sorması gereken soru da bu.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)