Maşallah, epeyce yol almışız! Demokratik gelişmenin yolunu tıkamak, vesayetçi sistemi sürdürmek için eskiden askerî-bürokratik erk harekete geçer, anayasal düzene tankla tüfekle son verir, muhalefeti ezer, faşizan rejimin taşlarını döşerdi. Şimdilerde darbe sivil iktidardan, devletle takviye edilmiş Saray'dan geliyor.
Son günlerin başat konusu olan Yargıtay-Anayasa Mahkemesi çatışmasında (kimilerine göre kayıkçı dövüşü) ileri sürülmeyen fikir, yapılmayan tahmin, açıklanmayan kulis bilgisi, kısaca yazılmayan, söylenmeyen kalmadı. Bu bir hukuk krizi mi, devlet krizi mi, Cumhur ortakları arasında tepişme mi, tarikatlar, cemaatler, mafyalar, çeteler savaşı mı; hepsi tartışıldı, tartışılıyor. Konuya ilişkin ufuk açıcı yazılar, yorumlar çıktı, daha da çıkacak. Tümünün birleştiği nokta; yaşananların bir yargı krizi olmadığı, bunu çok aşan bir anayasa ihlali girişimi olduğu.
Sadece muhalif kesimde yer alan hukukçular, anayasacılar değil, zamanında Erdoğan'a yakın olan, yeni yasalar çıkarılırken, anayasa değişiklikleri ve taslakları hazırlanırken bilgilerine görüşlerine başvurulan saygın duayen hukukçuların tümü aynı görüşü paylaşıyor ve açıklıyorlar: Hukuk devletini berhava eden bir anayasayı delme girişimiyle karşı karşıyayız.
"Yerli ve millî" totaliter rejim inşasını pekiştirme adımı
2016'dan itibaren, "Allah'ın lütfu darbe girişimi" sonrasında özellikle Devlet Bahçeli'nin gaz vermesi ve fiili durumu anayasallaştırma önerisi ile ivme kazanan süreç, 2017 Anayasa Referandumu'nda Türk tipi başkanlık sistemiyle sonuçlandı. Olağanüstü hâl ortamında gerçekleşen, damgasız oyların sayımından "Hayır" kampanyalarının saldırıya uğramasına kadar her türlü katakullinin yapıldığı Anayasa Referandumu, yüzde 51,41 "Evet" e karşı yüzde 48,59 "Hayır" oyuyla sonuçlandı. Bu, Erdoğan-Bahçeli koalisyonunun yeni rejimi (onlar "Yeni Türkiye" diyorlar) inşa etme operasyonunun en önemli adımıydı.
Öncelikle kuvvetler ayrılığına fiilen son vermek, yasama, yürütme ve yargıyı tek elde toplamak gerekiyordu: Saray rejimi. Meclis'in, sahibinin sesi AKP-MHP çoğunluğunun özel av alanı haline getirilmesi, Bakanlar Kurulu'nun "Tek Adam"a bağlı "adı var" bağımsızlığı ve Meclis temsiliyeti yok bir organa dönüştürülmesi, torba yasalar, KHK'larla, çoğu zaman muhalefetin etkisizliği ve aymazlığıyla otoritarizmden totalitarizme doğru ilerlerken hâlâ bazı pürüzler, bazı engeller vardı. Yüzlerce kez kendileri tarafından değişikliğe uğratılmış 1982 darbe anayasası bile Cumhurcuları rahatsız ediyordu. Büyük ölçüde iktidarın dümen suyundaki yargının (ve Anayasa Mahkemesi'nin) kimi zaman zevahiri kurtarmak için, kimi zaman da üç beş namuslu, cesur yargı mensubunun yasalara uyarak verdiği kararlar dahi rahatsızlık vericiydi.
Durumun vahametini tam algılamayan kimilerinin "yargı krizi" demeyi tercih ettiği son gelişmeler danışıklı dövüş müdür, devlet kurumlarının çürümesiyle kendiliğinden mi oluşmuştur, Ülkücüler ile Hakyolcular'ın (mafyaların siyasî-ideolojik uzantılarıyla tarikatçıların) çekişmesi midir, Cumhur İttifakı'nın ortakları arasında dönen bir oyun mudur; önemi yok. Amaç belli: Saray'ı, bütün bağlardan kurtarıp yeni rejimin sözde hukuk düzenini oluşturmak, Erdoğan Anayasası'nı tedavüle sokmak.
Yeni rejim, Erdoğan'ın tahayyülündeki, İslamofaşist renklere bürünmüş bir toplum düzeninin adıdır. Son zamanlarda dünyanın bazı ülkelerinde benzeri görülen göstermelik seçimli mutlakiyettir. (Deyimin saçmalılığının farkındayım ama duruma uyuyor.) Bu hayalin gerçekleştirilmesinde Erdoğan'ın en önemli desteği, devlet aklının Türkçü şoven kanadının temsilcisi Devlet Bahçeli ve onun ardındaki güçlerdir.
Yaşanan son krizde Tek Adam'ın kendisini yargının ve anayasanın üstünde ilan ederek hakem olduğunu açıkça söylemesi, kurulmaya çalışılan rejimi yeterince tarif ediyor zaten. Hukuk devletinde yargının hakeme ihtiyacı olmadığı gibi cumhurbaşkanları da hakem olamazlar, anayasaya ve yasalara uyarlar.
Muhalefet güçleri bu sınavdan geçebilecekler mi?
"Demokrasiyi kurtarmak, anayasal düzene karşı darbe girişimini engellemek için bu son sınavdır" gibi büyük sözler söylemek istemiyorum. Evet, bugüne kadar benzerini yaşamadığımız ciddi bir tehditle karşı karşıyayız ama nice darbeleri, badireleri atlatmış bu ülke (hepsinin de olumsuz izlerinin kaldığını inkâr etmiyorum) bunu da aşar. Ancak bir koşulla; kendilerini demokrat, özgürlükçü sayan, hak-hukuk-adalet diyen bütün kesimlerin, demokrasi güçlerinin biraraya gelip ortak mücadele vermesiyle.
Çizmeyi aşmayı göze alarak şunu söyleyeceğim: Bu kadar kritik bir dönemeçte, tümü de bu gelişmelere karşı anayasal düzenden yana olduklarını ifade eden muhalefet partilerinin Meclis'te güçlü bir ortak tavır aldıklarını göremedik. TİP ve HEDEP, CHP'nin başlattığı Meclis nöbetini desteklediklerini bildirdiler, nöbetin ilk günü Meclis'e gelip CHP'li milletvekilleriyle birlikte bir süre oturdular. Belki çok şey istiyorum ama ben muhalefetin orada bütün milletvekilleriyle bulunmasını ve nöbeti CHP'li vekillerle birlikte sürdürmesini beklerdim. Bunun etkisi de anlamı da çok farklı olurdu.
Parlamentoda temsil edilen muhalefet partileri; anayasal düzeni korumak, Saray darbesine karşı demokratik direnç göstermek için Meclis nöbetini bir ortaklaşma platformu olarak kullanma fırsatını değerlendiremediler. Seçim hesapları, parti içi dengeler, CHP'nin kuyruğuna takılma kaygısı, yerel seçimler, iktidarla pazarlık beklentileri, vb. düşünceler demokrasi ittifakını bu defa da engellemiş görünüyor. Muhalefet, tehlikenin parti rekabetini aştığını göremiyor mu, kurulmaya çalışılan rejimin kendi partilerini de yıkıp geçeceğini fark etmiyor mu?
Sivil toplum kuruluşlarına, sendikalara gelince; mesela bugün "Gelirde adalet, vergide adalet" sloganıyla Ankara'ya yürüyecek olan DİSK, neden anayasal düzeni korumayı, totaliter rejime işçi gücüyle dur demeyi öncelemiyor? Diğer bütün taleplerin ancak demokratik bir ortamda gerçekleşebileceğini göremiyor mu? Eylemliliği, amiyane tâbirle "sokağı" savunan, muhalefeti ataletle, kitleleri mobilize edememekle suçlayan sol/sosyalist yapılar, örgütler, gruplar neden seyirci kalıyorlar?
Kitleleri örgütlü güçler, partiler, sivil toplum kuruluşları, meslek birlikleri, sendikalar, odalar harekete geçirirler. Barolar hariç, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in anayasal düzene halkla birlikte sahip çıkma çağrısına sivil toplumdan ve kitle örgütlerinden şu ana kadar güçlü bir destek gelmedi. Bu konuda, "Anayasa Mahkemesi de iktidarın talepleri doğrultusunda bir sürü antidemokratik karara imza attı, o da aynı bütünün parçası" gerekçesini ileri sürenler haklılar ama mesele Anayasa mahkemesini korumak değil anayasal düzene darbenin önlenmesi.
Sözün kısası: Adım adım gelen, son adımlarıyla da kendi anayasasını dayatmayı amaçlayan Saray darbesine dur diyebilmenin tek yolu, demokrasi güçlerinin ama'sız fakat'siz biraraya gelmesi, ortak mücadele vermesi. Bu başarılamazsa geçmiş olsun, atı alan bir kez daha Üsküdar'ı geçecek!
Mevcut anayasanın açık hükümlerinin ihlali, bu hakkı kendinde gören bir iradeye işaret etmektedir.
Oya Baydar kimdir?Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi. Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı. 1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı. Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı. Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi. 1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu. 1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı. Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı. Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı. Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu. Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı. Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. 2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi. Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960) Deneme - Surönü Diyalogları (2016) Öykü - Elveda Alyoşa (1991) Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) |