Birinci Körfez Savaşı sırasında, yaşlı ve saygın bir Alman savaş muhabiri gazeteci "Artık yazacak tek bir satırım bile kalmamıştı" notunu bırakarak intihar etti. Onu intihara sürükleyen; izlediği savaşların dehşeti, yaşadığı insanî trajediler, en önemlisi de çaresizlikti. Yazı, haber, tanıklık anlamını yitirmiş, umut tükenmişti.
Aynı ruh halinde olduğumu söylersem ilgi çekmek, şov yapmak istediğimi sanmayın. İftihar da etmeyeceğim, en azından şimdi değil. Savaşın, ölümün, nefretin, kötülüğün; barışa, yaşama, iyiliğe galebe çaldığı bir dünyada, hele de 80 yaşını aşmışsanız umudu diri tutmak güç oluyor.
Vicdanını yitiren dünya barbarlığa dönüyor
21. yüzyılda insanlığın barışa, adalete, doğayla barışık gelişmeye, insan haklarının pekişmesine doğru ilerleyeceği, bölgesel eşitsizliklerin bir ölçüde yumuşayacağı, etnik ve dinsel çatışmaların diyalogla çözümlenebileceği hayalleri kurulurken bugün dünya yakın tarihin en kötü, en acımasız, en kanlı dönemini yaşıyor. Batı değerleri, insan hakları, uluslararası hukuk, bel bağlanacak, güvenilecek ne varsa tümü iflas ederken savaş bölge bölge yayılıyor. Etnik ve dinsel/mezhepsel çatışmalar soykırımlara varıyor, "öteki"nin çoluk çocuk, yaşlı genç katli vacip. Teknolojinin gelişmesi, bilişimdeki dev sıçrama, yapay zekâ, vb.'nin insanın özgürlüğüne, mutluluğuna, demokrasiye ivme kazandıracağı umut edilirken, aksine insanı ezen, tutsaklaştıran, dünyanın efendilerine köle yapan kötücül güçlere dönüşüyorlar. Güçlünün orman kanunu yürürlükte.
Dünyada Filistin'e destek eylemleri(Tayfun Coşkun/AA)
Kapitalizmin, silah tekellerinin, teknolojinin efendilerinin, yayılmacı, savaşçı, faşist ve gaddar muktedirlerin güdümündeki/ağındaki/etki alanındaki kitleler en ilkel içgüdüleri ve korkularıyla birbirlerinin kurdu oluyorlar. Vicdanlar kararıyor, insanlar ve insanlarla birlikte dünya çürüyor. Bugünkü görünüm "medeniyet" maskesi altında barbarlığa geri dönen bir dünya.
Bu satırları çok karamsar bulabilirsiniz, yaşımın kötümserliğine verebilirsiniz. Belki haklısınız ama pembe gözlükler takmamışsak, Pollyanna değilsek ve umudumuzu dünyayı kurtaracak fantastik film kahramanlarına bağlamamışsak günün manzarası bu.
İflas eden Batı değerleri…
Rusya Ukrayna'ya saldırdığında Batı dünyasının Putin Rusya’sına tepkisi ağır olmuştu. Saldırgana tepki anlaşılır bir şeydi, ancak o da ne! Rus asıllı orkestra şeflerinin, müzisyenlerin, sanatçıların konserleri, sergileri iptal ediliyor, Dostoyevski'den Tolstoy'a kitapları üniversitelerin ders programlarından çıkarılıyor, spor karşılaşmaları durduruluyordu. Histeri, Dünya Kedi Federasyonu'nun Rus kedilerine ambargo uygulamasına, uluslararası kedi yarışmalarından çıkarılmalarına kadar vardı.
Şimdi aynı nefret suçu, apartheit uygulamalar, insan hakları ihlalleri karşısında saldırgandan yana tavır alma Almanya'dan İngiltere'ye, Amerika'dan Fransa'ya yaygınlaşıyor. Bu tutum bir yandan devlet politikası olarak uygulanırken kurumlar da geri kalmıyor. Dünyanın en önemli kitap fuarı sayılan Frankfurt Kitap Fuarı yönetimi bu yıl ödül verilecek ve konuşma yapması beklenen Filistin'li kadın yazarın oturumunu -belki ödülünü de- iptal ederken, hiç vazifesi değilken, işlevi edebiyatın, yazının birleştiriciliğini sağlamakken, bir de İsrail'le dayanışma ve destek bildirisi yayımlamaktan utanmadı. The Guardian gazetesi Netanyahu'nun karikatürünü çizen karikatüristini işten attı. Hamas terörüne karşı çıkan ama İsrail'in savaş suçlarını da dile getiren kim varsa hedef alınıyor. Almanya'da okullarda kefiye takılması, Filistin'e özgürlük eylemleri yasaklanırken, kuşkulu durumların ihbar edilmesi istendi. Bazı Avrupa ülkelerinde Filistin'le dayanışma gösterileri yasaklandı.
İnsan hakları, demokratik değerler, Batı değerleri (?) vb. dünyayı saran cinnet ortamında birer birer aşınıyor. Bütün savaşların kirli savaş olduğu, savaşan tüm tarafların kirlendiği, temiz savaş olamayacağı gerçeği görmezden gelinerek ölülerden ölü beğenip, şu veya bu saldırgana sahip çıkılıyor.
Bu arada biz ne alemdeyiz?
Artık televizyonlarda siyasî haber izlemiyorum. Hatta kötümserliğimi perçinleyen İsrail-Filistin savaşının, -Gazze soykırımı demeliyim aslında- tartışıldığı, asker eskilerinin ellerinde değneklerle şehvetle savaş yorumları yaptıkları programlara hiç tahammül edemiyorum. Yine de olayların büsbütün dışında kalmak mümkün değil. Bunu hiçbir zaman beceremedim. Üç maymunu oynamayı, kendi küçük dünyamda miskin bir mutluluk içinde yaşamayı zül saydım.
Mesela dün Sınırötesi Harekât Tezkeresi'nin iki yıl daha uzatılması tartışılıyordu Meclis'te. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun "Memleketimizde yabancı asker istemiyoruz," dediğini duydum. İtirazı, iki yıl önce güç bela hayır diyebildiği tezkere tartışmalarında da aynıydı.
Sayın Kılıçdaroğlu, velev ki yabancı asker meselesi tezkereden çıkarıldı, bu durumda evet mi diyecektiniz? Hiç sormayacak mıydınız bizim o yabancı topraklarda ne işimiz var, bu savaş kimin, neyin savaşı diye? Hiç düşünmeyecek miydiniz bizim memleketimizde yabancı asker istememe hakkımız olduğu gibi başkalarının da memleketlerinde yabancı asker istememe hakları olduğunu.
Bu tür operasyonların gerekçesi hep güvenlik ve bekadır. Putin Ukrayna'ya saldırırken, Netanyahu ve İsrail devleti yıllardır Filistin'i ve Filistinlileri yok etmeye çalışırken aynı gerekçeyi ileri sürüyorlardı. Hatta, Türk SİHA'sını düşüren ABD'nin ileri sürdüğü gerekçe de uzakta da olsa kendi ülkesinin güvenliğini ve bekasını sağlamaktır. 11 Eylül'den sonra Afganistan'a saldırırken ve Irak'ı şer devleti ilan edip bütün Ortadoğu'yu cehenneme çevirirken de gerekçe aynıydı.
Bir başka gelişme: Dışişleri Bakanı Fidan, Lübnan'da bir soruya verdiği cevapta, çok haklı olarak "İsrail toprağı işgal ediyor, oradaki nüfusu ayrılmaya zorluyor, başkalarını yerleştiriyor. Yerleşimciler değil bunun adı hırsızlıktır" dedi. Peki Kuzey Suriye'de, İdlip'te ne oluyor, orada demografik değişim gerçekleştirilmedi mi? Ben Sayın Bakan kadar ağır konuşmayacağım; korkarım, konuşamam zaten. Ama buna bir ad vermeye çabalıyorum, bütün benzer durumlarda, bütün ülkelerin kullandığı "güvenlik" bahanesine sığınmadan…
Savaşlara engel olmak, çatışmaları önlemek, mazlumları korumak, çifte standart kullanmadan zalimlere karşı durmak istiyorsak önce kendimizden başlamalıyız, diyorum ben.
"Hâlâ umut var kardeşim!"
"Sahilde" filminin müthiş son sahnesi: Atom savaşı dünyayı yok etmiş, hayat sona ermektedir. Avusturalya'da, çoluk çocuk sıra olmuş insanlara acı çekmeden ölmeleri için hap dağıtılırken, üzerinde "Hâlâ umut var kardeşim!" yazılı yırtılmış bir pankart ağır ağır dalgalanır.
Kötümserliğimden utanarak, "hâlâ umut var dünyanın ve ülkemin barıştan, yaşamdan yana iyi insanları" demek istiyorum. Bu çılgınlığın ortasında, yenilecek de olsak, her alanda, her yerde sesimizi yükseltmeliyiz. "Temiz savaş yoktur, insanı yaşamı tahrip etmenin, yok etmenin haklı nedeni yoktur. Ülkelerin, halkların güvenliği ve bekası ancak başka ülkelerin, başka halkların güvenliği korunarak, bütün savaşlara hayır diyerek korunur" diyebilmeliyiz.
Barbarlığa geri dönüşü ve insanlığın intiharını engelleyemesek de tarih "Onlar da vardı, insanlık için, yaşam için, haklar ve özgürlükler için ayrım gözetmeden savaştılar" diye yazmalı.
Oya Baydar kimdir?Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi. Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı. 1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı. Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı. Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi. 1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu. 1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı. Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı. Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı. Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu. Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı. Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. 2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi. Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960) Deneme - Surönü Diyalogları (2016) Öykü - Elveda Alyoşa (1991) Anlatı - Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) |