Bu yaşta, uzak ülkeleri göreceğim diye çok uzun ve zahmetli bir yolu göze alıp maceraya atılırsan, olacağı buydu işte. Bırak yazı yazmayı, iki gündür kedinin su kabını dolduracak mecalim bile yoktu. Mail’ler birikmiş, yazılara gelen kimisi zehir zemberek okur -daha doğrusu tıklayıcı- yorumları birikmiş, ev işleri birikmiş, yazılacak yazılar, cevaplandırılacak iletiler birikmiş...
Bir ucundan tutmalı. Önce T24 yazısından başlamalı. Yirmi günde Türkiye’de kayıkçı dövüşlerinin sadece konusu değişmiş; sille tokat, kabadayılık da girmiş işin içine. Yoksa her şey eski tas eski hamam: Sanki hareket varmış gibi görünen bir durgunluk hali. Biraz dışarda durup mesafeli bakınca, cephanesi tükenmiş muharip güçlerin, yedek kuvvetleri beklerken çekildikleri siperlerin arkasından ara sıra kuru sıkı sallayıp vakit geçirdikleri izlenimine kapılıyor insan. Tekel işçilerinin direnişi, bir de son yılların en anlamlı eylemlerinden biri olan katledilen aydınların ailelerinin biraraya gelerek vicdanlara ve sorumlulara yönelen isyanları olmasa, insan kendini kötü oyuncuların oynadığı kötü bir oyunun perde arasında sanacak....
Yarın öbür gün gündem hızlanır, konular sıkıştırmaya başlar. Durumu fırsat bilip, hem de “Oya Baydar solcuysa sınıfları unutmasın” diyerek zılgıt çeken tıklayıcıma unutmadığımı göstermek için, ne zamandır aklımda olan AKP konusuna girmenin tam zamanı.
* * *
Öncelikle, bugünkü yaygın kafa karışıklığımızın, tam da birleşebileceğimiz noktalarda ayrışmamızın, hatta düşmanlaşmamızın başlıca nedenlerinden birinin AK Parti’nin ne menem bir toplumsal-siyasal yapı olduğunu çözümlemek yerine, onu bir kurtarıcı güç -kimi liberallerimizin deyimiyle “küçük bir mucize”- olarak görmek, ya da tam aksine bir şer kuvveti, rejimi berhava edecek tehlikeli bir düşman sayıp AKP travmasına kapılmak olduğunu düşünüyorum.
Kapitalist düzende siyasal partilerin belli sınıf ve katmanların çıkarlarını, ideolojik hatlarını, dünya görüşlerini ve vizyonlarını savunan yapılar olduğunu burada hatırlatmak bile gereksiz. Ancak bir noktayı hatırlamakta yarar olabilir: Toplumsal sınıflar ve katmanlar ve onların kültürel kalıpları, ideolojileri, akışkanlıkları; zamandan, mekândan, içinde yer aldıkları ülkenin tarihinden ve bugününden bağımsız, donmuş kalmış toplumsal formasyonlar değildir. 19. yüzyılın Avrupa işçi sınıfı ile 21. yüzyılın Japonya işçi sınıfı, ya da 19. yüzyıl burjuvazisi ile 21. yüzyıl ABD burjuvazisi -sınıfsal öz ve temel çıkarlar “şimdilik” aynı kalmakla birlikte- sömürü biçiminden dünyayı kavrayışa, yaşam kültüründen siyasal davranışa kadar pek çok alanda farklılıklar gösterir. Türkiye’nin toplumsal-sınıfsal yapısı da bu kuralın dışında değildir. Toplumsal sınıfları, katmanları ve onların ideolojisini donmuş kalıplar olarak görmek Marksizmin özellikle Türkiye’de alışık olduğumuz - ve acısını çektiğimiz- indirgemeci, ezberci, kaba yorumundan ibarettir.
Böyle baktığımızda, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, kapitalizmin globalleşme çağında Türkiye’de son otuz yılda palazlanmış sermaye kesimlerinin, başka bir deyişle neo-liberal dönemin yeni Türkiye burjuvazinin partisi olduğunu; ve benzer kitle partileri gibi (Demokrat Parti ve AP deneyimlerini unutmayalım) halk kesimlerini yedeğine aldığını görebiliriz.
Hoşumuza gitse de gitmese de, bu yazıya ilk tepkiniz “yok canım, neler saçmalıyorsun!” olsa da, sermayenin ve burjuvazinin çıkarlarının takipçisi ve sözcüsü olma açısından AKP’nin 1950’lerin DP’sinden, AP’den, günümüz CHP’sinden ve benzerlerinden, dayandığı sınıf ve savunduğu çıkarlar açısından özde bir farkı yoktur.
Ancak konuyu şematizmden kurtarıp biraz daha inceltmeye çalışırsak, bugün AKP’nin dayandığı ve çıkarlarının sözcüsü olduğu sermaye kesimlerinin, diğer burjuva partilerinin arkasındaki sermaye kesimlerinden farklı olduğunu hemen görürüz. Türkiye’nin, Cumhuriyetle birlikte devlete dayanarak palazlanmaya başlamış, 20. yüzyılın ikinci yarısında Batı sermayesiyle kaynaşmış, 21. yüzyıl başlarken global pazarla bütünleşmiş Batıcı-laik diye niteleyebileceğimiz sermaye kesimleri; tümüyle değilse de ağırlıklı olarak ve son kertede devletçi, otoriter, vesayetçi rejimin payandalarıdır. Buna karşılık AKP; Anadolu ağırlıklı, ticarete, müteahhitliğe, tefeciliğe, yerel sanayie dayalı; muhafazakâr dinsel referanslara sahip yeni servet ve sermaye sahiplerinin siyasal gücü olma işlevini yüklenmiş görünmekte, bu işlevini de oldukça yırtıcı ve saldırgan şekilde yerine getirmektedir.
Böyle bakarsak, en temelde ve özde Türkiye’de yaşanan yarılmanın ve cepheleşmenin, bir yanıyla burjuvazinin farklı kesimleri arasında bir savaş olduğunu, kitlelerin bu savaşta asker olarak cepheye sürüldüğünü, her kesimin kendi yedeğine belli güçleri aldığını görürüz Bugüne kadar kendisini tıpkı askerler ve Cumhuriyet oligarşisi gibi memleketin -siz sömürü anlayın-tartışmasız sahibi sayan devlet ve rejim kökenli sermaye kesimleri, yeni gelenlere yer açmakta, onları kabulde ve sömürü paylarını bölüşmekte zorlanmaktadırlar. Yeni gelenler, yani neo-liberal dönemde palazlanmış, AKP’de sözcülerini ve partilerini bulmuş sermaye kesimleri ise, kapitalist dünya pazarı ve iç sömürüden pay alma mücadelesini kıran kırana sürdürmektedirler.
İşte AKP’nin sınırlarını, gelgitlerini, iki adım ileri bir adım geri taktiklerini, tutarsızlıklarını, söylemlerini, tercihlerini, zaman zaman beka kaygısıyla giriştiği demokratik atılımları, öte yandan gereksiz saldırganlıklarını belirleyen bu sınıfsal temeldir. AK parti olgusunu sınıf pusulasıyla çözümleyip yerli yerine oturtabilirsek, onun neden işçi haklarına duyarsız, neden örgütlenmeye ve emekçi hareketlerine düşman olduğunu; neden sivilleşmek isteyip sivilleşmeyi sadece ordu vesayetinden kurtulmak olarak kavradığını, demokrasi anlayışının neden kendi sınıf, zümre, katman çıkarlarıyla sınırlı olduğunu, neden AB’ye girmek istediğini ve neden ancak bir yere kadar gidebildiğini anlarız. Hele de olayı, 21. yüzyıl başının çok farklı ve hareketli dünya düzenine, dünyanın günümüzdeki politik-stratejik haritasına oturtabilirsek, gerek AKP gerekse Türkiye’de olup bitenler konusunda kafa karışıklığımız bir ölçüde de olsa azalabilir.
* * *
Yazının sonuna geldiğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu sadece bir girişti. Tabii ki işler bu kadar basit değil. Konu daha birkaç yazı kaldırır sanıyorum. Özellikle böyle bir AKP karşısında diğer toplumsal güçlerin, bu arada solun durumunu birlikte düşünelim istiyorum. Tabii sizlerin de bu konuda korkular, sövgüler, ezberler dışında düşünüp tartışmaya sabrınız, niyetiniz varsa.