Oya Baydar

09 Şubat 2023

Afet, devlet, siyaset, insâniyet

Bilim insanlarının, ilgili kuruluşların yıllardır dillendirdiklerine kulak kabartılsa, bir deprem planlanması yapılsaydı; yandaş müteahhitlere akıtılan kaynaklar, 1999’dan beri deprem vergisi diye halktan toplanan milyarlar o  planlar doğrultusunda kullanılsaydı; “beka” yalanıyla savaşlara, bombalara, silaha, yabancı asker beslemeye harcanan yüzlerce milyar gerçek beka sorunu olan deprem için harcansaydı felaketi bu kadar ağır yaşamazdık.

100 yılın felaketi olarak nitelenen deprem üzerine yazılmayan kalmadı, daha da yazılacak. Nedenleri, sonuçları, sorumluları; en fazla da yüreklere çöken acı, bir de yardım ve dayanışma ruhunun olağanüstü yükselişi…

Bu defa, Allah'ın takdiri, günahkâr kullara cezası, kader, fıtrat gibi yorumlar pek yaygınlaşmadı. Adının önünde nereden nasıl alındığı belirsiz 'Prof.' sıfatı olan bir zatın “Deprem veya binalar öldürmez, Allah öldürür” sözünü bir yana koyarsak, “Şeyh sakinleş dedi, deprem o anda durdu” diyen Menzilcilerin ve benzerlerinin sesi de henüz pek duyulmuyor. Felaketin boyutlarının bu ölçüde zevzeklikleri en azından şu anda kaldırmayacağının farkındalar anlaşılan.

Buna karşılık hayırlı bir şey oldu: Doğal felaketin bu ölçüde bir insanî faciaya dönüşmesinin sorumlularının, suçlarını örtbas etmek için başvurdukları “millî birlik ve beraberlik” söylemleri, “felakete siyaset karıştırılmasın” telkinleri sorgulanmaya başlandı. CHP lideri Kılıçdaroğlu, “Bu meseleyi asla siyaset üstü görmüyorum. Bu sürecin başlıca sorumlusu Erdoğan’dır. 20 yıldır ülkeyi depreme hazırlamayan bu iktidardır” derken doğru bir noktadan konuşuyordu.

Bir de iktidar-devlet ilişkisini görebilsek

Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’ı 20 yıldır ülkeyi depreme hazırlamadığı için sorumlu tutmasının doğru ama eksik bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum. AKP Reisi’ni suçlarken, ortağı ve bence bu iktidara (derin) devlet tarafından atanmış müfettiş olan Bahçeli’yi görmezden gelmek, hele de devletteki çürümeyi es geçmek eksik olur.

Çağdaş devlet, toplumun huzur ve refahını sağlamakla yükümlü, yurttaşların hizmetinde bir örgütlenmeden, bir aygıttan ibarettir; amaç değil araçtır. Devletin çeşitli kurum ve kuruluşlarının yegâne varlık nedeni toplumsal düzeni sağlamak, fertlerin birbirleriyle ve kamuyla ilişkilerini düzenlemektir. Devletin kutsallaştırılması, insanüstü bağımsız bir varlık olarak yüceltilmesi, ideolojik bir tapınç nesnesi haline getirilmesi faşizmin bütün çeşitlemelerinin ortak yanıdır.

Devlet siyasî iktidarla içiçedir, ama görece bir bağımsızlığı da vardır. Ulus-devletin kuruluştan gelen ideolojik hattının sürekliliğini sağlayan, siyasî iktidarları devlet aklı denilen doğrultuda hizaya getiren, toplumsal sınıfların konumlanmasını, iç ve dış siyaseti şekillendiren, -kimilerince derin devlet olarak adlandırılan- bu yapı da göksel yaratıklardan değil bir takım insanlardan müteşekkildir. Onların ideolojik tercihleri, özel bağlantıları, kişisel ağırlıkları kararlara yansır. Kontrgerilla, özel harp dairesi, MİT ve benzeri birimler derin devletin operasyonel öğeleridir.

(Derin) devletin içinde de çeşitli kanatlar, eğilimler vardır. Zamana ve koşullara göre şu veya bu kanat, şu veya bu eğilim ağır basar. Faşizan militarist hattın egemen olması devleti ceberrut kılar; mafyanın, çetelerin sızması devlet aygıtını çürütür.

Kendi bekası ve iktidarını korumak için derin ortağının da yönlendirmesi ve desteğiyle bu yapıyla özdeşleşmeyi seçen Erdoğan, devlet aygıtındaki çürümeyi derinleştirmiştir. Sonuç bütün devlet kurumlarının çözülmesi, çökmesi olmuştur. Deprem felaketinin faciaya dönüşmesinin nedeni de budur.

Büyük felaket, bu çapta bir faciaya dönüşmeyebilirdi

Yaşadığımız deprem felaketi, hiçbir ülkede, hiçbir iktidarın altından kolay kolay kalkamayacağı kadar büyük. Ancak devletin bütün kurumları, bütün hizmet birimleri bu hale getirilmemiş olsaydı insanî facia bu çapta olmazdı. Bilim insanlarının, ilgili kuruluşların yıllardır dillendirdiklerine kulak kabartılsa, bir deprem planlanması yapılsaydı; yandaş müteahhitlere akıtılan kaynaklar, 1999’dan beri deprem vergisi diye halktan toplanan milyarlar o  planlar doğrultusunda kullanılsaydı; “beka” yalanıyla savaşlara, bombalara, silaha, yabancı asker beslemeye harcanan yüzlerce milyar gerçek beka sorunu olan deprem için harcansaydı felaketi bu kadar ağır yaşamazdık.

Ülkeyi yönetenler; iktidarda kalmak, kendilerinin ve yandaşlarının çıkarlarını korumak için, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” ilkesi uyarınca her türlü yolsuzluğu yapmaktan, kayırmacılıktan, gerçekleri halktan saklamak için her türlü yöntemi kullanmaktan kaçınmıyorlar. En önemli karar ve uygulamalar tek meziyetleri yandaşlık olan liyakatsız ve ehliyetsiz zevata terk edilmiş durumda. Tek dertleri Erdoğan’a yaranmak olan valilerin, idarî kadroların, yerel yöneticilerin büyük çoğunluğunun bilgi, beceri, ehliyet davarcıkları iki koyunu güdemeyecek düzeyde. Şu korkunç dört gün, bırakın alt kademedeki kadroları iktidarın tepelerindekilerin bile benim şu küçük aklım kadar kriz yönetimi deneyimine, özellikle de planlama, koordinasyon, acil karar alma inisiyatifine yada cesaretine sahip olmadıklarını gösterdi. Örnekse; daha ilk günden askerin, göstermelik olarak değil 13 milyon afetzede olduğu gerçeğinden hareketle alana sürülmesi; arama kurtarma çalışmaları için AFAD’la yetinmeyip ne kadar uzman kadro, yerli yabancı ne kadar ekip varsa çağrılıp acilen seferber edilmesi; ülke çapında bütün iş makinelerinin ve operatörlerinin afet bölgesine intikali, en önemlisi de  iyi bir koordinasyon sağlanabilseydi (hava ve yol koşullarının elverişsizliğini biliyorum ama sivil ve askerî imkânların tümünün devreye sokulmasıyla güçlükler aşılabilirdi) kayıplarımız bu düzeyde olmayacaktı.

Siyaset insâniyeti yok ediyor

Yaşamakta olduğumuz felaket, Erdoğan-Bahçeli ortaklığının tarz-ı siyasetinin insaniyetten, insanî ve etik değerlerden ne kadar yoksun olduğunu bir kez daha gösterdi. Erdoğan’ın adamları, AKP’li çevreler, AKP örgütleri, AKP valileri, yandaş medya şu son dört korkunç günde siyasî etik açısından olduğu kadar ar hayâ duyguları açısından da sınıfta kaldılar. Dört bir yandan yağmakta olan yardımları kendi örgütlerine, AKP’ye mâl etmek için başvurdukları ilkel hokus pokuslar bir yana, bazı kuruluşların yardımlarının geri çevrilmesi, dağıtımına izin verilmemesi, keyfî olarak yönlendirilmesi siyasetin insâniyetsizliğinin örnekleri.

Bu tutumun nedeni kamuoyunda, her şeyi iktidar yapıyor, biz yapıyoruz algısı yaratabilmek. Daha da derine inersek Türk devletinin sıkı merkeziyetçi zihniyetinin günümüzdeki yansıması. Orada binlerce insan ölüyor, enkaz altında yüzlerce, belki de binlerce insan bağıra bağıra can veriyor, on binlerce insan soğuktan donuyor, sen kendi propagandanın, kendi imajının peşindesin!

OHAL’e sığınarak gerçekleri değiştiremezsiniz

Felaket karşısında çaresiz kalan, ülkeyi yönetme kâbiliyeti geniş kitlelerce sorgulanır hâle gelen iktidarın başvurduğu çare OHAL ilan etmek. OHAL’in tek amacı gerçeklerin görülmesini, yayılmasını engellemek.

Alınabilecek bütün önlemler, mesela askerin sahaya intikali, deprem bölgesine gerekli araç gerecin sağlanması, güvenlik güçlerinin yetkilendirilmesi için OHAL gerekmediğini hukukçular da, siyasetçiler de söylüyor. OHAL ilanı iktidara iletişimin kısıtlanması, medya üzerinde baskı kurulması, gerçeklerin özgürce yansıtılmasının engellenmesi, çeşitli yasaklamalara başvurma olanağı veriyor.

Erdoğan, deprem felaketini bu defa Allah'ın lütfuna çeviremeyeceğinin farkında, koltuğunun şiddetle sarsıldığını biliyor. Bu sarsıntıyı, hiç değilse deprem bölgesi dışında yaşayanlardan olabildiğince gizleyerek ve muhalefetin sesini çeşitli yöntemlerle kısarak savuşturmaya çalışıyor. Seçim atmosferine girildiği bir dönemde iyiden iyiye beka derdini düşmüş Erdoğan’ın önümüzdeki günlerde çok daha sert baskılara başvurması beklenebilir. OHAL’in 10 il dışına yaygınlaştırılmasını göze alabilir mi bilmiyorum ama seçimleri etkilemek (belki de ertelemek) için bahane de olabilir.

Böyle bir dönemde tek teselli halkımızın dayanışma ve yardımlaşma ruhunun inanılmaz boyutları. Ülkemizi ve geleceğimizi bu ruh, bu ruhu taşıyanların birlikli mücadelesi kurtaracak.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)