Oya Baydar

29 Ekim 2014

Adını Cumhur(iyet) koyduk

1923 Cumhuriyeti’nin demokratikleştirilmesiyle, demokratik cumhuriyetle mümkün. 1920’lere, 30’lara, elli yıl öncesine saplanıp kalmadan bugünün ihtiyaçlarını, bugünün Türkiye’sini kavramakla mümkün

Bir 29 Ekim günü, Mustafa Kemal Ankara’da mütevazı bir binada göbeğini kesip adını koyduğundan bu yana 91 yıl geçmiş. Dört kuşak; altısı asker kökenli, ikisi askerî darbe lideri on iki cumhurbaşkanı; başarılarla, yenilgilerle, acılarla, sevinçlerle, çatışmalarla uzlaşmalarla, birlik özleyip, barış konuşup ayrılmalarla, bölünmelerle geçen 91 yıl...

Bir yarımız onu: 1923 Kemalist Cumhuriyet’i çok, giderek daha çok ve tutkulu sevdi,  kendini onun gerçek sahibi saydı. O kadar çok sevdi ki öteki yarımızla paylaşmak, tümümüzün sahiplenmesine izin vermek bile istemedi. Öteki yarımız ise sahiplenemediği çocuğu benimseyemedi, sevemedi.

Kimilerimiz adlarının başına T.C. rumuzu koyup, Cumhuriyet’i inanç nesnesi sayıp, birliğin simgesi olan bayrağı ötekilerin kafasına tehdit silahı olarak sallarken kimilerimiz o bayrağı yakmaya, parçalamaya, resmî binaların tabelalarındaki T.C.’yi silmeye kalkıştı; kimileri de benim bayrağım seninkinden daha büyük diyerek bayrak yarıştırdı.

 

Neden hepimizin cumhuriyeti olamadı?

 

1923 Cumhuriyeti; çok milletli, çok etnili, çok dinli bir imparatorluğun parçalanma sürecinde Türk unsurlara dayalı bir ulus devlet projesinin yönetim modeliydi. Dönemin dünya ve bölge koşullarının, coğrafyanın özelliklerinin, çağın ruhunun, devletler arası güçler dengesinin bütün izlerini, imkânlarını ve kısıtlarını taşıyordu. Misak-ı millî sınırları içinde çoğunluk nüfus kümesini meydana getiren, ancak ulus bilincine tam ulaşmamış Türk unsurları uluslaştırma ve yeni rejime (cumhuriyete) sahip kılma mücadelesiydi. Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal’in devrimci liderliği altındaki taşıyıcı kadroları: Anadolu’yu Türkleştirme yolunda “mıntıka temizliği” ne 1910’ların ortasından itibaren başlamış olan İttihat Terakki kökenli asker-sivil bürokratlar, Batıcı ve Batılı laik elitlerdi; ilk dönemlerdeki kitlesi ise okumuş yazmış orta sınıf kent aydınları, Anadolu’da yüzyılların Sünni egemenliğine karşı laikliği sığınak olarak gören Aleviler, Sahil kesimlerinin Batı’ya yönelen sermaye sınıflarıydı. Mustafa Kemal’in ideolojik-kültürel zihniyet dünyasının (muasır Batı medeniyetine özlem, laik, pozitivist, aydınlanmacı dünya görüşü, vb.) damgasını taşıyan Türkiye Cumhuriyeti bu kadroların eseri olacak, sonraki dönemlerde asker-sivil cumhuriyet oligarşisiyle birlikte Batıcı cumhuriyetçi elitler ve destekçileri, kendilerini hep memleketin ve cumhuriyetin gerçek sahipleri, cahil halkı (yani öteki yarıyı) güdecek, eğitecek misyon sahibi  kurtarıcılar, ideolojik önderler olarak göreceklerdi.

1920’ler, 30’lar Anadolusu’nun henüz ne uluslaşmaya ne de cumhuriyete hazır olan, kapitalist pazara açılmamış, aşiret, töre, bey, ağa kıskacında içine kapalı yaşayan Müslüman muhafazakâr halk kesimleri, yoksul kitleler (ki nüfusun çoğunluğunu meydana getiriyorlardı) kendileri için ama çoğu zaman kendilerine rağmen ve zorlamayla uygulanan devrimci dönüşümlerin dışında kaldılar, kendilerine güdülecek sürüler olarak küçümsemeyle ya da acıyarak üstten bakan, değerlerini, inançlarını, kültürlerini küçümseyen, hizaya getirmeye çalışan cumhuriyet elitlerinden ve devrimlerinden uzaklaştılar.

Kemalist ideolojinin ışığında hayata geçen cumhuriyet projesi ve ulus inşaı süreci; cumhuriyet vatandaşı şablonuna uyum göstermeyen/gösteremeyen kesimleri asimile etmeye, tek tipleştirmeye, Türkleştirmeye, Cumhuriyet’in hizmetine sokmaya çalışırken kitlelerin ve siyasî mihrakların direnciyle karşılaştıkça baskıcı, otoriter, vesayetçi eğilimler ağır bastı. Geniş halk kesimleriyle Cumhuriyet kadroları ve değerleri arasında makas daha da açıldı.

 

Ne inkârcılık ne tapınma

 

Bugün 91 yaşındaki Cumhuriyet’i kendi siyasî- ideolojik konumlarımızdan değerlendirirken, toplumun içine itildiği çatışmacı ve cepheleştirici ortamda ne yazık ki inkârcılıkla tapınma arasında kalıyoruz. Oysa inkârcılık ve siyasî hasımlığın gerçekleri çarpıtan, karartan gözlükleriyle bakarsak dünü de bugünü de anlayamayız. Dünle hesaplaşıp bugünü soğukkanlılıkla, gerçekçilikle değerlendiremezsek bunca yıldır çözüleceğine dağ gibi büyüyen toplumsal-siyasal sorunlarımızla baş edemeyiz. En önemlisi de toplumumuzdaki yarılmayı, parçalanmayı, neredeyse cinnet haline varan karşılıklı husumeti engelleyemeyiz.

Kemalist Cumhuriyetin çok önemli kazanımlarını, Cumhuriyet Türkiyesi’nin bütün olumlu değerlerini benimsemek, derinleştirmek, güncellemek gerekiyor. Ama asıl mesele bu kazanımları, bu değerleri toplumun bütününe yaygınlaştırabilmek, toplumun bir bölümünün kazanımları olmaktan çıkarıp “benim cumhuriyetim”i “bizim cumhuriyetimiz” kılmak. Başarılamayan buydu: çünkü geniş halk kesimlerinin kültürleri, değerleri, inançları, kimlikleri, varlıkları otoriterlikle, vesayetçilikle, asimilasyonist baskılarla, tekleştirme/Türkleştirme zorlamalarıyla, toplumsal yapıyı hesaba katmayan pozitivist ve baskıcı bir laiklik anlayışıyla bastırılıp yok edilmeye; mozaik değil mermer bir toplum yaratılmaya çalışıldı. Ve tabii geri tepti.

1920’lerin, 30’ların koşullarında, ulus devletin kuruluş sürecinde, o çağın dünyasında başka türlüsü mümkün müydü? Düşünmek, tartışmak gereken önemli bir soru; ama en azından II. Dünya Savaşı sonrasında, 1950’ler dünyasının ve Türkiye’sinin koşullarında pekâlâ mümkündü. Bir ayağı Kemalist toplum projesine sıkı sıkıya basan tekçi devlet ideolojisi; asker-sivil bürokratik oligarşinin darbeci vesayetçi tutuculuğu, kendilerini halkın üstünde, ülkenin tek sahibi sayan/sanan Cumhuriyet seçkinlerinin ideolojik egemenliği 23 Cumhuriyeti’nin demokratik cumhuriyete dönüşmesini, başka bir deyişle devletin demokratikleşmesini engelledi.

 

Demokratik cumhuriyet umudu yok mu?

 

Yıllar geçiyor, çağın ruhu, dünya ve dünya ile birlikte Türkiye de değişiyordu. 1950’lere doğru toplum kabuklarını kırmaya, dipten gelen dalgalar 23 Cumhuriyeti’nin imtiyazlı siyasal sınıfını sarsmaya başlamıştı. Çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte ilk seçimlerde Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, asker-sivil oligarşi ve destekçileri açısından “karşı devrim”di. Nitekim 27 Mayıs 1960’ta “Yeter! Söz milletindir” diye iktidara gelen Demokrat Parti Hükümeti geleneksel iktidar sahipleri tarafından darbe ile alaşağı edildi.

Sonrasını biliyoruz; her on yılda bir modern- postmodern darbeler, müdahaleler. Buna karşılık on yıllardır memleketin sahipliğinden ve siyaset sahnesinden dışlanmış geniş toplum kesimlerinin: Müslüman muhafazakâr, dindar halk kitlelerinin, kimlikleri inkâr edilen Kürtlerin, Alevilerin, diğer farklı inanç gruplarının, kültürel azınlıkların, etnilerin, asimilasyona, tehcire uğrayan Rumların, Ermenilerin, diğerlerinin biriken, kabaran tepkileri...Bu topraklar üzerinde kendi kimlikleri, kendi inançları, kültürleri ve siyasî tercihleriyle eşit yurttaşlar olarak yaşama haklarını çeşitli şekilde ve yoğunlukta talep etmeleri...

Bu talepler Kürtlerin silahlı isyanına; nüfus çoğunluğuna da sahip Sünnî Müslüman kesimlerin siyasî İslama, İhvan’a ve onun Türkiye’deki temsilcisi AKP’ye teslim olmaları aşamasına varmadan, gerçekten çoğulcu ve demokratik bir cumhuriyet çerçevesinde karşılanabilirdi ancak. Olmadı, oldurulmadı.

Şimdi, başta Atatürkçü laik cumhuriyetçiler olmak üzere hepimiz, 91 yıl sonra yaşanan bugünkü vahim gelişmelerde kendi payımızı sorgulamak, geniş halk kitlelerinin neden AKP’nin arkasında saf tuttuğunun muhasebesini yapmak zorundayız. Günümüzde cumhuriyetin kazanımlarını korumak; “ötekiler”e düşmanlıktan kan alan, 1923’lerde, 30’larda kalmış ezberlerin tekrarıyla, sembollerin tabulaştırılmasıyla, yitirilen iktidarın öfkesiyle kitleleri suçlayarak değil, o kazanımları demokratik yöntemlerle yaygınlaştırmakla, benimsetmekle mümkün. Sözün kısası: 1923 Cumhuriyeti’nin demokratikleştirilmesiyle, demokratik cumhuriyetle mümkün. 1920’lere, 30’lara, elli yıl öncesine saplanıp kalmadan bugünün ihtiyaçlarını, bugünün Türkiye’sini kavramakla mümkün. Yeni Türkiye’yi ve yeni cumhuriyeti AKP inkârcılığının ve yıkıcılığının elinden almakla, AKP’yi aşmakla mümkün

Bunu başarabilecek miyiz? 23’lere takılıp kalırsak HAYIR, cesaret edebilirsek, EVET.