Oya Baydar

10 Nisan 2014

2. Cumhuriyet’e doğru II: Geçiş neden bu kadar sancılı?

Cumhuriyet; cumhur’a, yani halk topluluğuna dayanan, egemenliğin halk adına kullanıldığı (varsayılan) bir devlet yönetim biçiminin adı. Çin Halk Cumhuriyeti de, İran İslam Cumhuriyeti de, Kuzey Kore de, Kenya, Fransa, Almanya devletleri de ve daha onlarcası cumhuriyet kategorisi içinde yer alıyor.

Cumhuriyet; cumhur’a, yani halk topluluğuna dayanan, egemenliğin halk adına kullanıldığı (varsayılan) bir devlet yönetim biçiminin adı. Çin Halk Cumhuriyeti de, İran İslam Cumhuriyeti de, Kuzey Kore de, Kenya, Fransa, Almanya devletleri de ve daha onlarcası cumhuriyet kategorisi içinde yer alıyor. Yani, devletin yönetim biçiminin adının cumhuriyet olması günümüzde özgürlükler, demokrasi, hukuk devleti, vb. adına ileri bir anlam taşımıyor. Örneğin Büyük Britanya, yani İngiltere federal parlamenter bir monarşi; İsveç bir krallık, Danimarka da öyle...

Konuya siyasal-ideolojik aidiyet vurgusuyla duygusal olarak değil, tarihsel ve sosyolojik açıdan yaklaşılırsa, devlet yönetim biçimlerinin zamanla değişmesinin doğal ve kaçınılmaz olduğu görülür. 1923’te kurulan cumhuriyetimiz de bu genel kuraldan muaf değil.

 

I. Cumhuriyet mîat’ını doldurdu mu?

 

Bu soruyu okuyunca kimilerinin tüylerinin diken diken olduğunu biliyorum. Yine de şu günlerde toplumcak içinde yuvarlandığımız girdabı seçim sonuçları, oy hesapları, parti dalaşları düzleminin ötesinde yorumlayabilmek ve mümkünse çıkış yolları bulabilmek için, “vurun ama dinleyin” diyorum.

Hiçbir toplumsal siyasal sistem -tıpkı konutlar gibi- üzerine oturduğu zemini, altında barındığı damı onarmadan, zaman zaman yapıyı bütünüyle gözden geçirip çürük tahtaları, gerekiyorsa temeli sağlamlamadan, damı aktarmadan, duvarları güçlendirmeden yüz yıl ayakta kalamaz. Üstelik bu tâmiratı köklü şekilde ve de günün en ileri yöntem ve teknolojisiyle kotarmak durumundadır. 90 yıllık Cumhuriyetimiz bu onarımı yapamadığı, toplumdaki değişime cevap veremediği, dünyadaki derin dönüşümü algılayamadığı, algılasa da uyum sağlayamadığı için on yıllar öncesinden başlayarak kendi kendini tüketme sürecine girdi. 2000’lere kadar, eskimiş yapıyı zorla ayakta tutmak için başvurulan askerî darbeler, vesayetçi müdahaleler dipten gelen direnci bastırmanın yolu olarak görüldü. 2000’ler sonrasında dünya ve bölge koşulları içerdeki dinamiklerle birleşince zorla ayakta (ve birarada) tutulan yapı çatladı, dağıldı, evin odaları birbirinden ayrıldı. Kuruluştan beri zaten farklı odalara tıkılmış olan üç Türkiye, çatlamış binanın ayrı ayrı bölümlerinde kaldı, birbirinden uzaklaştı, uzaklaştıkça düşmanlaştı. Cumhuriyetimiz artık çağın ve halkın ihtiyaçlarına cevap veremiyor, bir zamanlar vesayet ve darbe tutkalıyla, zorla birarada tutulan ev halkının bölünüp ayrışmasına çözüm getiremiyordu.

 

Başka türlü olması mümkün müydü?

 

Tarihte, ‘halam amcam olsaydı’, temennisinin geçerliği yoktur, ancak ‘neden böyle oldu, ne olsaydı böyle olmazdı?’ sorusu sorulabilir, sorulmaktadır da. T24’ün köşesi bu soruyu burada bütün boyutlarıyla tartışmaya müsait değil. Ancak, hepimizin bildiği gibi Cumhuriyet’in kuruluşunun Türk uluslaşması süreciyle iç içe olduğunu hatırlatabiliriz. Çok milletli, çok kavimli bir imparatorluktan Türk ulus-devletine geçilirken halkın Türk (Sünnî) İslam kesimi devletin ve milletin aslî unsurları olmaları benimsendi. Bu tercih, başta Kürt sorunu olmak üzere bir dizi sorununun giderek daha da giriftleşerek bugüne kadar sürmesinin başlıca nedenidir. Asker-sivil kurucu kadroların vesayeti altında sıkı merkeziyetçi, tek tipleştirici, Türk-Müslüman asimilasyoncu, devletçi, otoriter, ayrımcı, antidemokratik bir devlet yapısı bu tercihin zorunlu sonucuydu. 1930’larda Batı dünyasında esen ırkçı, faşist rüzgârları, dikta rejimlerini, toplumsal mühendislik projelerini de unutmayalım.

Kurucu ideoloji aynı zamanda Batıcı, ilerlemeci, laikti. Halkın geleneksel kapalı yapılar içinde yaşayan muhafazakâr mütedeyyin çoğunluğu Cumhuriyet’in biçimlendirmek istediği “ideal vatandaş” modeliyle uyumlu değildi. Bu “cahil halk”, bu “gerici dindar” kitle “medenileştirilmeli”, “muasır (çağdaş) medeniyet seviyesi”ne ulaştırılmalı, “adam edilmeliydi”. Cumhuriyet seçkinleri bu hakkı kendilerinde görüyorlar ve bu büyük toplumsal mühendislik projesini “halka rağmen” de olsa “halkın iyiliği için”, gereğinde zorla uygulamaktan geri durmuyorlardı. Kurucular ve öncüler olarak kendilerini ülkenin gerçek sahipleri/ hakimleri sayan Cumhuriyet elitleri; sınıfsal, zümresel, ideolojik egemenliklerini pekiştirirken “kendi elleriyle” bir halk ve ulus yaratabilmek için ayrımcı, baskıcı asimilasyon politikalarından başka bir araç tanımıyorlardı.

Başka türlü olması mümkün müydü? Bu soruya benim cevabım: ­başka türlü olabileceği, Türkçü, tekçi, asimilasyoncu olmayan, laikliği din dışılık değil inanç özgürlüğü olarak kavrayan çoğulcu bir rejimin, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün ve gerekli olduğu ama kurucu ideolojinin ve kadrolarının buna imkân vermedikleri yolunda. Tabii ki tartışmaya açık olarak...

 

Cumhuriyet’in yapısal değişim sürecindeyiz

 

1920’lerde başka türlü olması mümkündü, 2000’lere geldiğimizde ise zorunluydu. Türkiye’nin toplumsal-sınıfsal yapısı, ekonomisi, insanların zihniyet dünyası değişmişti; dipte birikmiş bastırılmış enerji, eski kalıpları zorluyor, yer yer çatlatıyordu. 1923 Cumhuriyeti’nin topluma biçtiği gömlek artık dar geliyor, dikişleri yer yer patlıyor, yama tutmuyordu. Toplumun, kendini içinde rahat hissedeceği, bedenini ruhunu özgürce geliştirebileceği çok daha bol, rahat, sağlıklı yeni bir gömlek gerekliydi. Bu gömlek zamanında biçilip toplum rahatlatılabilseydi, bugünkü sancıları çekmeyebilirdik; benzetmemize geri dönecek olursak, kan dolaşımını engelleyen cendereleşmiş giysiler yüzünden kimi uzuvların kangrenleşmesi, kimilerinin ise bedene isyanı engellenebilirdi. Yapısal değişim doğal mecrasında, tek Türkiye içinde, ayrışmaya varmadan, büyük patlamalar yaşanmadan gerçekleşebilirdi. Ama olmadı, oldurulmadı.

Cumhuriyet’in yapısal değişimi yumuşak bir geçişle değil daha da sertleşmesinden korktuğumuz sancılı, çatışmacı, intikamcı, yıkıcı bir atmosferde gerçekleşiyor, uzuvların bedenden ve birbirlerinden kopuşu hızlanıyor. Üç, hatta üç buçuk Türkiye an be an ayrışıyor. (Buçuk dediğim, böyle bir ayrışma ve kopuşun ancak uzlaşma ile, barış diliyle, kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, adalet ve eşitlik temelinde bütün kesimlere en geniş özgürlük ve bağımsızlık tanınarak engellenebileceğini düşünen; son günlerin çatışmacı ortamını ve toplumsal erozyonu büyük kaygıyla izleyen, her üç kesimde de azınlık olan benim gibiler...)  

 

Kafa yormamız gereken soru: Neden böyle oldu?

 

Öncelikle; bu topraklar üzerinde yaşayan farklı dil, din, mezhep, farklı etnik köken, gelenek, inanç, kültür ve düşünceden insanların Cumhuriyet’in “makbul vatandaş” potasında eritilmesi zorlaması; o potada erimeye, asimile olmaya razı gelmeyen toplum kesimlerinin dışlanması, ötekileştirilmesi, tarih ve siyaset sahnesine çıkmalarına imkân verilmemesi yüzünden... Onlar: yani başlıca Kürtler, Aleviler ve de siyasal İslamcılığa taban sağlayan Sünnî Müslüman halk.

Bunlar, kendilerine yasaklanmış tarih sahnesine siyasal hayatın doğal akışı içinde değil, söke söke, zorlayarak, dar gömleği yırtarak, 1923 Cumhuriyeti’nin ağır vesayet rejimini gerileterek, sarsarak çıkmaya çalışıyorlar. İslamcılar, Müslüman muhafazakâr halk kesimlerine dayanarak bu çıkışı başardılar. Ancak, AKP örneğinde görüldüğü gibi, iktidar olduklarında içinden çıktıkları rejimin ve kendi ideolojik bagajlarının ceberrutluğunu/otoriterliğini, ayrımcılığını kuşanarak kendi vesayetlerini kurmaya ve tıpkı Cumhuriyet seçkinleri gibi kendi toplumsal mühendislik projelerini uygulamaya, toplumu kendi modelleri üzerinden dizayn etmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken, mutlak iktidar hedefine kilitlenip, kendi kutsalları dahil hiçbir kutsal, hiçbir ahlak kuralı, evrensel-yerel hiçbir yasa tanımıyorlar. Mağduriyetlerinin yarattığı öfke sadece siyasal değil toplumsal intikamcılığa dönüşüyor. Tek’cilik bir kez daha hortluyor: “Sadece biz varız, millet biziz, bize benzemeyen ve biat etmeyenler ezilmeye mahkûm!” Tayyip Erdoğan bu yeni vesayetçi zihniyetin hem en güçlü hem de temsil kabiliyeti en yüksek figürü.  

Öte yandan, ne kadar geriletilmiş olursa olsun eski rejimin seçkinci vesayetçi zihniyeti tamamen teslim olmuş değil; yaşıyor, savaşıyor. Bu savaşta, yanında ve arkasında Cumhuriyet’in olumlu, çağdaş kültürel değerlerini ve hedeflediği yaşam biçimini benimsemiş, ne sayıları ne de etkinlikleri küçümsenemeyecek Batıcı laik kesimler var. Kültürel- ideolojik egemenliklerini, seçkin değerlerini, “cahil ve geri halkın” öğretmenleri konumlarını, ille de yaşam biçimlerini yeni muktedirlere ezdirmeye niyetli değiller.

Kürtler ise ayrı bir yazı konusu, ancak kimimizin kıvançla, heyecanla; kimimizin korkuyla, nefretle izlediği tarih, coğrafya ve siyaset sahnesine çıkışları, Cumhuriyet’in ikinci evresine geçişte, yeni rejimin niteliğini de belirleyecek en güçlü manivela olacak.

Üç Türkiye, iç savaşa varabilecek bir çatışma ortamında dramatik bir kopuşla, birbirini kemirerek ayrışacak mı? Yoksa halkların, kültürlerin, inançların, siyasetlerin özgürlüğü, özerkliği temelinde birbirini etkileyip zenginleştirerek barış içinde gelişebilecek mi? Bu sorunun cevabı İkinci Cumhuriyet’in bürüneceği renklerde saklı.

Sonraki yazı: İkinci Cumhuriyete doğru: III

Hâlâ umut var mı? Umudu nerede aramalı?