Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlamaya heveslendiğimiz bir yılda, ülkemizin bir bölümünü yerle bir eden ve binlerce insanımızın ölümüne yol açan büyük bir deprem felaketi yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. Depremin harabeye çevirdiği yerlerde yaşananları uzaktan izlemek bile sarsıyor insanı. Değerli deprem uzmanlarımızın 1999'daki 17 Ağustos depreminden bu yana yapmış oldukları uyarıların dikkate alınmamış olması ve çarpık yapılaşmanın teşvik edilmesi yarattı bu sonucu. Devletin üzerine düşeni yapmayarak depreme hazırlıksız yakalanması ve kurtarma çalışmalarının çok geç başlaması da deprem bölgelerinde büyük bir kaosun yaşanmasına ve can kaybının katlanmasına yol açtı. Mucizelere umut bağlandı bu ortamda. Böyle bir facianın deprem ülkesi olarak bilinen Japonya'da yaşanmasını düşünmek abes belki ama eskaza yaşanmış olsaydı sorumluları Harakiri yapardı herhalde.
Türkiye Üçüncü Dünya ülkesi mi?
Büyük depremler her zaman dünya gündeminde baş sırayı alır ve depremin ortaya çıkardığı tablolar yaygın ilgi görür. Birçok ülke yönetimi ve uluslararası kuruluşlarla sivil toplum kuruluşları maddi yardım ve lojistik destek sağlayarak, ayrıca deneyimli personelini felakete uğrayan ülkeye göndererek deprem kurbanlarına yardımcı olmaya çalışır. Bu çabanın örneklerini şu anda ülkemizde de görüyoruz.
Şu anda yaşamakta olduğumuz felakette ortaya çıkan tablo 85 milyonluk Türkiye'nin çaresiz ve beceriksiz bir Üçüncü Dünya ülkesi gibi sergilenmesine yol açtı ne yazık ki. Dünyanın önde gelen yayın kuruluşları rezidans, plaza, cennet gibi yakıştırma isimlerle pazarlanan yapıların kağıttan saraylar gibi yok olmasının yarattığı dehşet verici tabloyu gözler önüne serdi. Başta Financial Times ve New York Times olmak üzere dünyanın önde gelen gazeteleri bu büyük faciaya yol açan çarpık yapılaşmanın AKP iktidarı tarafından nasıl teşvik edildiğini ortaya koydu.
Saray'ı sarsan deprem
Bu facianın Türkiye'nin kritik bir seçime gitmek üzere olduğu bir dönemde yaşanması, 2018'den bu yana uygulanan Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi sayesinde 1000 odalı sarayından verdiği talimatlarla Türkiye'yi yöneten Cumhurbaşkanı Erdoğan için çok kötü bir haberdi. Azdırdığı enflasyonla halkı yoksullaştırdıktan sonra, oylarını almak istediği kitlelere şirin görünmek için seçim öncesinde devlet kesesinden ulufe dağıtan Sayın Erdoğan ne yapacaktı şimdi? Ülkeyi talimatlarla yönetmesine olanak veren 'tek adam' rejimi altında her şeyin tek sorumlusu kendisi olduğuna göre şimdi nasıl bir çıkış yolu bulacaktı kendine? 2018'de Gaziantep'te, 2019'da Kahramanmaraş'ta ve Hatay'da "vatandaşımızın konut sorununu çözüyoruz" diye halka imar affı müjdesi veren Sayın Erdoğan dikkatleri başka yöne çekmek için ne yapacaktı şimdi?
En iyi müdafaa hücumdur
Son on yıl içinde sayıları artan 'tek adam' rejimlerinde toplumu iki kampa bölerek ve kendi yandaşlarına her türlü desteği vererek iktidarda kalmayı başaran 'tek adam'ların böyle durumlarda, kendileri ve yandaşları dışında herkesi suçlu göstererek ve sorumluluğu onlara yükleyerek en iyi müdafaa hücumdur taktiğini kullandıkları görülüyor. Şu anda deprem bölgesinde yaşanmakta olan dram sürerken ve tehlikeli yeni boyutlar kazanırken acz içindeki devlet yönetiminin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışan bazı belediyelerin ve sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri tehlikeli bulunarak engellenmek istendiği görülüyor.
Öte yandan günümüzün dünyasında en etkili haberleşme aracı haline gelen internetin, YouTube ve diğer online iletişim olanaklarının sürekli olarak engellenmesi her gün kullanılan yöntemler haline geldi. Böylece kabaran toplumsal tepkinin yayılması önlenmek isteniyor.
Toplumdaki gerilimin tırmandığı ortamda insanların bir araya gelmesi ve farklı çözümler aramaya yönelmesi istenmediği için de OHAL ilan edildi ve üniversitelerin yalnızca online çalışmasına izin verildi. Genel seçimin akıbeti henüz belli değil ama o cephede de yeni sürprizlere hazır olmak gerekiyor.
"Balık baştan kokar"
Türkiye'de halen hüküm sürmekte olan 'tek adam' rejiminin kendine özgü özellikleri var kuşkusuz ama aslında biz ilk kez yaşamıyoruz bu demokrasi dramını ya da komedisini.
Gölcük depremi 1999 yılında Türkiye'yi sarstığında Milliyet gazetesinde köşe yazarıydım. Gazetede kapı komşum olan Meral Tamer ise o dönemde çok popüler olan "Tüketici Gözüyle" köşesini hazırlıyor, arada bir de güncel konulara ışık tutmayı amaçlayan yazılar yazıyordu. Herhangi bir konuda araştırmadan ahkam kesmeyi hiç sevmezdi. Yaşanan depremin nedenleriyle ilgili kapsamlı bir araştırmadan sonra vardığı sonuç çarpıcıydı. Deprem sonrasında ortaya çıkan korkunç tablonun baş sorumlusu Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan kişi, yani Süleyman Demirel'di. Yazının başlığı da "Balık baştan kokar" idi.
Medyanın büyük bölümünün bugünkü gibi iktidarın yandaşı haline gelmediği bir Türkiye'de yayımlanabildi bu yazı ve büyük ilgi gördü ama şimdiki Cumhurbaşkanımızdan çok daha hoşgörülü olarak bilinen Süleyman Demirel'in avukatları Meral'e 18 dava açtı bu yazı nedeniyle. Sonuçta "Balık baştan kokar" başlığını Cumhurbaşkanı'na hakaret sayan mahkeme Meral'i 16 ay hapse mahkûm etti. Meral cezaevine girmekten koşullu olarak kurtuldu ama bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu ve AİHM mahkûmiyet kararını bozarak devletimizin Meral'a 6 bin 400 Euro ödemesine karar verdi.
Osman Ulagay kimdir? İngiltere'de, Manchester Üniversitesi'nde "Kemalizm ve Ulusal Kalkınma" konulu tez çalışmasıyla siyasal bilimler dalında master derecesini aldı. İngiltere'de bulunduğu dönemde Cumhuriyet gazetesine gönderdiği "İngiltere Mektupları" ile gazeteciliğe ilk adımını atan Ulagay, Türkiye'ye döndüğünde Cumhuriyet gazetesiyle ilişkisini sürdürdü. 1981'de Ekonomi Servisi Şefi olarak Cumhuriyet'te çalışmaya başladı, ekonomi sayfasını yönetmenin yanı sıra, haftalık söyleşilerle ve köşe yazılarıyla ekonomi gazeteciliğinin gelişme sürecine katkıda bulundu. Kitapları - Küreselleşme Korkusu ve 2001 Krizi - Küreselleşme Korkusu - Küresel Çöküş ve Kapitalizmin Geleceği - Türkiye Kime Kalacak / Başbakan'ın Yazdırdığı Kitap |