1. Kadına karşı şiddet olaylarında adalet yerini buluyor mu?
Mahkeme salonlarının duvarlarında gördüğümüz "Adalet Devletin Temelidir" sözünün, çoğu kez gerçek hayatta karşılığını bulmayan dini-kültürel bir özlü sözden ibaret olduğunu düşünürüz. Ancak kadına karşı şiddet sorununa ceza adaleti yönünden bakacak olursak, bu sözün aslında bir Anayasa ilkesi olduğunu saptamakla işe başlamak gerekir.
Anayasa hukuku ile uzaktan yakından meşgul olan herkes, "anayasa koyucu abesle iştigal etmez" sözünü bilir. Anayasa hukukunda genel kabul gördüğü üzere, anayasa metninde herhangi bir sözcük sırf edebi görünsün veya kulağa hoş gelsin diye kullanılmaz. Her sözcüğün hukuki bir anlamı ve karşılığı vardır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. Maddesi’nde Cumhuriyetin nitelikleri "…adalet anlayışı içinde … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olarak ifade edilmektedir. Demek ki, Türkiye Cumhuriyeti anayasası adalet anlayışına dayanmaktadır. Adalet kavramı soyut, edebi veya felsefi değil, somut, hukuksal ve eylemli bir durumu ifade eder.
Yine Anayasanın 5. Maddesinde belirtilen Devletin Temel Amaç ve Görevleri arasında "… kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak …" görevi de yer almaktadır.
Demek ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini belirleyen değişmez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerden biri olan 2. Maddede "adalet" kavramına yer verildiği gibi, devletin temel amaç ve görevleri arasında "adalet ilkeleri" şeklinde bir kavrama da dayanılmıştır. Anayasaya göre, kişinin temel hak ve hürriyetlerini en geniş şekilde kullanmasını sağlamak amacına ulaşmak için devletin öncelikle adaleti sağlaması ve koruması, hak ve özgürlükleri, başta kişilerin yaşam hakkı olmak üzere tümüyle korumak için toplumda adalet düzenini tam olarak tesis etmesi gerekmektedir.
Devlet bir tüzel kişiliktir. Tüzel kişiler amaçları ile tanımlanır ve amaçlarını gerçekleştirme kabiliyetini kaybettikleri ölçüde tüzel kişiliğin bizatihi kendisi de ortadan kalkma sürecine girer. Bir devlet amaçlarından sadece bir kısmını sağlamaktan uzaklaştığında elbette ki kendiliğinden münfesih olmaz; ancak niteliklerinden bir kısmını kaybetmiş olur ve anayasada tarif edilenden farklı bir devlet kimliğine dönüşmüş olur. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yaşam hakkı başta gelmek üzere tüm temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla adalete dayalı bir toplum düzeni kurmak konusundaki amaç ve görevlerinin, devlet organları olan yasama, yürütme ve yargı tarafından gereği gibi yerine getirilmesi Anayasal bir zorunluluktur.
Fotoğraf: Emre Orman / csgorselarsiv.org
2. Genel olarak yaşam hakkının korunmasında ceza adaleti ve eksikliklerimiz
Devletin yaşam hakkının korunmasında pozitif ve negatif yükümlülükleri bulunmaktadır. Negatif yükümlülükler arasında tüm kamu idareleri ve kamu görevlileri olarak, kişilerin yaşam hakkını tehlikeye düşürecek iş, eylem ve işlemlerden kaçınmak, kişilerin yaşam hakkına, maddi ve manevi bütünlüğüne hukuka uygun olarak yapılabilecek her türlü müdahalede zorunlu haller dışında veya ölçüsüzce güç kullanmamak, suç işlemiş olabilecek kamu görevlileri hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılmasına engel olmamak gibi örnekler sayılabilir. Pozitif yükümlülüklerin başında ise öncelikle kişilerin diğer kişilere karşı işleyebilecekleri suçların etkin bir ceza hukuku sistemiyle önlenmesi, soruşturulması, kovuşturulması ve yargı tarafından verilecek cezaların infazının sağlanması sayılabilir. Bu amaca ulaşılması için devletin elinde bulunan başlıca araçlar ceza kanunu, ceza yargılaması kanunu, infaz kanunu ve güvenlik kuvvetleri ile yargının görevlerini etkin ve adil biçimde yapmasını sağlayacak diğer kanunlar ve alt düzenlemelerdir. Devlet, vatandaşlarının yaşam hakkını, maddi ve manevi varlığının korunmasını sağlamak için yasalardaki eksiklikleri izlemek ve süratle gidermek mecburiyetindedir. Bu, ahlaki ve siyasi bir görev değil, hukuki bir yükümlülüktür. Bu görevi yerine getirecek olan başlıca organ da yasama organı olan parlamentodur. Parlamentoda yeterli çoğunluğa sahip siyasi iktidarların bu görevi yerine getirmekte ihmal göstermesi Anayasa emrini yerine getirmekten kaçınmak anlamına geldiği için Türk Ceza Kanunu’nun "görevi ihmal" olarak tanımladığı suçun kapsamına da girebilir.
Ceza kanunları suçun mağdurunun tatminini sağlayacak ve aynı türden suçları işleyebilecek diğer bireyler üzerinde caydırıcılık sağlayacak ölçüde etkili, aynı zamanda suçlunun ıslahı ve topluma tekrar kazandırılmasına da elverişli olmalıdır. Peşin ceza değil bir tedbir olan tutuklamaya sadece zorunlu hallerde başvurulmalı ancak, şüpheli veya sanığın serbest kalması halinde yeni bir suç işleyip işlemeyeceği ve teşebbüs ettiği suçu tamamlamaya kalkışıp kalkışmayacağı, yani tutuklamaya suçu önleyici bir tedbir olarak başvurmak gerekip gerekmediği de dikkate alınmalıdır. Nihayet, infaz yasalarının mahkemelerce verilen cezaları etkisiz hale getirecek, ceza yaptırımının içini boşaltacak sonuçlar verip vermediği de bu kapsamda göz önünde tutulmalıdır.
3. Kadına karşı şiddet suçlarında durum
Anayasanın eşitliğe dair 10. Maddesinin ikinci fıkrasında "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz" denilmektedir. Anayasanın bu hükmü kuşkusuz, aile ve çalışma hayatı başta, toplumsal hayatın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasını ifade etmekte; aynı zamanda devletin görevleri arasında olan yaşam hakkının, kişi dokunulmazlığının, maddi ve manevi varlığının korunmasında da kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasını emretmektedir. Başka bir deyişle, yürürlükteki yasalardaki düzenlemeler kadınların yaşam hakkını korumakta erkeğe oranla yetersiz kalıyorsa, kadınlarla erkeklerin yaşam hakkının ceza yasaları ile korunmasından eşit olarak yararlanmalarını sağlamak için kadınlara karşı işlenen suçlarda ceza yaptırımları ve infaz usulleri yeniden düzenlenmeli, kadına karşı işlenen suçların yaptırımları ağırlaştırılmalıdır. Özellikle cinayet ve yaralama suçlarında kadınların erkelere oranla daha kolay hedef olabildikleri açıktır. Genç bir kadını kılıçla canavarca biçimde öldüren bir caninin itirafında "kadın öldürmek daha kolay olacağı için" bir kadını kurban olarak seçtiğini söylemiş olması bu vahim tabloyu gözler önüne sermektedir.
4. Bu bağlamda kadına karşı şiddet suçlarında ceza adaletinin sağlanması için yapılması gerekenler
a) İyi hâl indirimi sorunu
Cinayet suçlarında temel ceza ağırlaştırılmış müebbet hapis veya sadece müebbet hapis şeklinde olabilmektedir. Türk Ceza kanununun (TCK) 62. Maddesinde düzenlenen "takdiri indirim nedenleri" uygulandığında, ağırlaştırılmış müebbet hapis müebbet hapse, müebbet hapis ise 25 yıl hapse çevrilmekte; diğer cezaların ise altıda birine kadarı indirilmektedir. Kamuoyunda kadına karşı şiddet suçlarında bu indirimlerin uygulanmaması yönünde yoğun bir talep vardır. Gerçekten de kadın cinayetlerinin failleri birçok olayda bu indirimlerden hiç hakketmedikleri halde yararlandırılmaktadır. Mahkemelerin bazen bu takdir yetkisini çok yanlış ve gereksiz biçimde kullandıklarına tanık olunmaktadır. Bu indirimlerin mağduru kadın olan cinayet suçlarında uygulanmaması, hiç kuşkusuz cezanın caydırıcılığını artıracak ve bazı muhtemel failleri suçu işlemeden önce bir kez daha düşünmeye sevk edebilecektir.
Öte yandan, "iyi hâl" uygulamasının çağdaş ceza hukukunda temel bir müessese olduğu da inkar edilemez. Bu nedenle kadına karşı işlenen cinayet suçlarında iyi hal indirimini tamamen kaldırmak, yaralama suçlarında ise sadece daha önce şiddet yoluyla, kadına, hayvanlara veya kendisini ruh ve beden bakımından savunmayacak kişilere karşı suç işlememiş olmak kaydıyla, bir miktar indirime gitmek de düşünülebilir. Bu durumlarda yapılacak indirim de 1/6 değil en fazla 1/10 olmalıdır.
b) Ceza Kanundaki eziyet suçunun kadına karşı işlenen suçlarda gereği gibi iddianame ve hüküm konusu yapılmaması
Türk Ceza Kanunu’nun 96. Maddesinde yer alan "eziyet" suçu, eşe karşı işlendiğinde, üç yıldan sekiz yıla kadar hapisle cezalandırılabilmektedir. Özellikle aile içi şiddetin yaygın ve sistematik bir hal aldığı ilişkilerde -ki burada mağdur her zaman kadındır- failin bu suçtan yargılanarak üst sınırdan ceza alması çok önemli bir ihtiyaçtır. Örneğin kadının sık sık dayak ve aşağılamaya maruz kaldığı ve bu durumun sürüp gittiği ilişkilerde münferit yaralama fiilleri dışında eziyet suçunun da meydana gelmiş olacağı açıktır. Ancak ceza kanunundaki bu hükmün pek fazla uygulaması olmadığı da gözlemlenebilmektedir. Eziyet suçunun nitelikli hali yani ceza artırımını gerektiren şekline ilişkin 96/2-(b) bendine "kadına karşı" kuralı eklenmeli, temel ceza da üç yıldan beş yıla çıkarılmalıdır.
Kadına karşı aile içi şiddet ve aşağılamanın önlenmesinde önemli bir caydırıcılık sağlayacak olan bu suçtan dolayı dava açma konusunda Cumhuriyet savcılarının daha aktif olmaları, yargı kararlarının ve yüksek yargı içtihatlarının da bu doğrultuda gelişmesi halinde kadının yaşam hakkının, maddi ve manevi varlığının korunmasında devlet adına Yargı erkine düşen anayasal görev daha iyi bir şekilde yerine getirilmiş olacaktır.
c) Ceza Muhakemesi Kanunu yönünden yapılması gerekenler: Tutuklama tedbirinin uygulanması
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 100. ve devamı maddelerinde düzenlenen tutuklama müessesesi, her zaman ciddi tartışmaların odağında olmaya devam etmektedir. Bir yandan haksız ve çok uzun süren tutukluluk olayları yaşanırken, diğer yandan açık bir biçimde masum insanların yaşam hakkını hiçe sayan kimi faillerin tutuklama talebiyle çıkarıldıkları mahkemece adli kontrol şartıyla serbest bırakıldıkları görülmekte, bu gibi olaylar toplumda infial yaratmakta ve adalete olan güveni sarsmaktadır.
Kadına karşı şiddet suçlarında ölüm meydana gelmemişse tutuklama tedbiri ancak olayın medyaya yansıması, toplumsal tepki doğması üzerine uygulanmakta, bu şekilde kısa bir süre tutuklu kalan fail bir süre sonra tekrar serbest kalmaktadır. Bu durum, CMK’nın 100. maddesinin (3) numaralı fıkrasında tutuklama nedeni olarak sayılan hallerin gerçek ihtiyaçlara cevap verememesinden kaynaklanmaktadır. CMK 100/3’ün (a)-4 bendinde yer alan "silahla işlenmiş kasten yaralama ve neticesi sebebiyle ağırlaşmış kasten yaralama" suçlarında "tutuklama nedeni var sayılabilir" denilmekle, yine de tutuklamanın istisna, tutuksuzluğun esas kabul edildiği görülmektedir. Halbuki pek çoğu silahla işlenen, kadına karşı yaralama suçlarında failin amacının basit bir kavga sırasında meydana gelebilecek bir yaralama olayındaki gibi ani veya tesadüfi olmayıp, tam aksine suçun taammüden, tasarlanarak, pusu kurarak ve azami korku ve kalıcı maddi ve manevi etki bırakmak amacıyla işlendiği görülmektedir. Öte yandan, yaralama suçunda da kadının kaçma veya karşı koyma şansı bir erkeğe oranla daha azdır.
Tüm bu nedenlerle kadına karşı alenen fiziki şiddet kullanılarak işlenen tüm yaralama olaylarında failin kısa süreli de olsa tutuklanması gerekeceği düşüncesindeyiz. Bu nedenle, kanun metninde geçen "… tutuklanabilir…" veya "tutuklama nedeni var sayılabilir" şeklindeki ifadelerden anlaşılacağı üzere bu konuda takdirin mahkemeye bırakılması yerine, doğrudan kanun koyucu tarafından "tutuklama tedbiri uygulanır" şeklinde yasalaştırılması ve mahkemeye takdir yetkisi verilmemesi gerekmektedir.
Bu konuda örnek olarak, sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin önlenmesi için yapılan, ancak pek de başarılı sonuçlar vermediği görülen yasal düzenlemelere değinmekte yarar vardır.
Bilindiği gibi 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun Ek 12. maddesine 2014 yılında 6514 sayılı kanunun 47. maddesiyle getirilen değişiklikle, sağlık personeline görevleri sırasında veya görevleri dolayısıyla işlenen kasten yaralama suçunun CMK 100/3 kapsamında tutuklama nedeni var sayılan suçlardan olduğu hükme bağlanmıştır. Yine 2020’de 7243 sayılı kanunun 28. maddesiyle sağlık personeline karşı işlenen yaralama, tehdit, hakaret suçlarında cezanın yarı oranında artırılması ve cezanın ertelenmesi imkanından yararlanılmaması kabul edilmiştir. Ancak bunlara rağmen sağlıkçılara yönelik şiddetin önlenemediği, aksine, artarak devam ettiği görülmektedir. Bunun birinci nedeni, bu değişikliklere rağmen tutuklamanın çoğu kez uygulanmaması ve ancak medyaya yansıyıp toplumda infial yarattığında, savcılığın ikinci kez itirazı üzerine tutuklama yoluna gidilmesidir. Ancak bundan da önemlisi, verilecek ceza ne olursa olsun, infaz kanunlarında yapılan değişiklikler sonucu mahkemece hükmedilen hapis cezasının fiilen hiç yatılmayacağının tüm failler ve potansiyel failler tarafından bilinmesidir. Kısacası, cezada caydırıcılık ortadan kalkmıştır. Bu kere, Adalet Bakanlığının sağlık çalışanlarına karşı şiddet suçlarında cezaların artırılması için yeni bir çalışma başlattığı anlaşılmaktadır. Yapılacak yeni düzenlemelerde bu durumun düzeltilmesini umarız.
d) İnfaz sisteminde yapılması gerekenler
5275 sayılı infaz kanunu aslında ceza adaletinin temel amaçlarından biri olan suçlunun ıslahı yönünde, çağdaş hukukta geçerli olan birçok hükmü de içermektedir. Ancak kadına karşı şiddet suçlarında ceza hukukunun temel amaçlarından bir diğeri olan caydırıcılığın artırılması ihtiyacı olduğu da yadsınamaz. Bu nedenle, kadına karşı şiddet suçlarında cezanın infazında da koşulların ağırlaştırılması için mevzuatta bazı değişikliklere gidilmelidir. Şöyle ki:
Kadına karşı şiddet suçluları,
- İnfaz kanununun 17. Maddesinde öngörülen "infazın ertelenmesi" imkanından yararlandırılmamalıdır.
- Kanunun 83. Maddesinde yer alan ziyaret ve görüme hakkı, 92. Maddesindeki infaz kurumu dışına çıkma hakkı, 93. Ve 94. Maddelerindeki izin imkanları kısıtlanmalıdır.
- Koşullu salıverilme hükümleri kadın cinayetleri ve yaralama olaylarında geçerli olamamalıdır. Kanunun 107/2. maddesinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasından mahkumiyette suçlunun 30 yıl sonra, müebbet hapis cezalarında da 24 yılını çektikten sonra koşullu salıverilmeden yararlanabileceği öngörülmektedir. Ağırlaştırılmış müebbet hapis mahkumlarına hiçbir şekilde cezaevinden çıkma şansı tanınmaması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından insan haklarına aykırı bulunmuştur. Bu nedenle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarında koşullu salıverilmenin tamamen kaldırılması uygun olmayacaktır. Ancak 30 yıl yerine 40 yıllık bir süre konulabilir. Müebbet hapisteki 24 yıllık koşullu salıverilme süresi de en az 30 yıla çıkarılmalıdır. Aynı şekilde, infaz kanununun 108. maddesindeki mükerrirlere özgü infaz rejimi uygulanmalı, 108/1-(d) bendindeki "üçte iki" süre "beşte dört" olarak değiştirilmelidir.
e) En yaygın cinayet aracı olan pompalı tüfekler konusunda yeni düzenlemeler şarttır
Pompalı tüfek tabir edilen yivsiz tüfekler, aslında yakın mesafeden kullanıldığında tabancadan bile daha öldürücü oldukları halde 6136 sayılı "Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler hakkında Kanun"a tabi olmayıp, 2521 sayılı "Avda ve Sporda Kullanılan Tüfekler, Nişan Tabancaları ve Av Bıçaklarının Yapımı, Alımı, Satımı ve Bulundurulmasına Dair Kanun" hükümlerine tabidir. Bu nedenle cezası da diğer ateşli silahlara göre çok daha azdır. Hemen her gün haberlere konu olan mahalle aralarında cereyan eden kavga ve olaylarda kullanıldığını gördüğümüz, çoğu kez olayla ilgisiz masum kişilerin yaralanmasına veya ölmesine yol açan bu silahların kullanım şeklinin Kanun koyucunun amacı olan av ve spor olmaktan çıkıp, kötü niyetli kişilerin suç işlemek için kolayca erişebildikleri ve kullanabildikleri bir suç aletine dönüştüğü açıktır.
Bu silahların genel bir toplumsal tehlike haline gelmiş olmasının yanında, kadına yönelik cinayet ve yaralama suçları bakımından da artık kanuni düzenlemeler yapılarak kesin bir önleme ve caydırıcılık sağlanması zaruret haline gelmiştir. Bu nedenle gerçekten av veya spor amacıyla kullanım dışında, av veya spor yapılamayacağı açık olan meskun yerlerde, kapalı mekanlarda bu silahların dolu olarak taşınmasının ayrı bir suç haline getirilerek ciddi bir hapis cezası öngörülmesi, kadına karşı suçta kullanıldığında suçun cezasının silahla işlenen yaralama suçlarında yapılacak artırımın (TCK 86/3-e) ayrıca iki katı artırılması yararlı olacaktır.
Toplumun farklı gündemlerle meşgul olduğu şu günlerde kadın cinayetleri belki medyada her zamanki kadar yer bulmamaktadır. Ancak gün geçmiyor ki küçük bir haber şeklinde de olsa yeni bir kadın cinayetini duyuyoruz. Adalet Bakanlığının bir türlü önü alınamayan bu toplumsal utanca bir çözüm bulmak amacıyla ne gibi hazırlıklar yaptığını merak ediyoruz.
Unutmayalım ki sadece yasalarda gerekli düzenlemeleri yapmak suretiyle, bütçeden tek kuruş harcamadan, bir tek dolar borçlanmadan hayatlar kurtarmak mümkündür. Bu düzenlemelerin yapılmasında gecikilmesi ise kaybolan başka hayatlar demektir. Kadının yaşam hakkının korunmasının ceza mevzuatı ile sağlanmasında erkeğe oranla farklı tedbirler alınmasının Anayasal bir zorunluluk olduğunu ve bu anayasal görevin yerine getirilmesinde ihmal gösterilmesinin ilgililer için ahlaki ve vicdani olduğu kadar hukuki bir sorumluluk doğuracağını yukarıda açıklamaya çalıştık. Bekleyip göreceğiz.