Ertuğrul Özkök, 21 Mayıs 2019 tarihli yazısında, elindeki yeni bir kamuoyu araştırmasına dayanarak Türkiye’nin artık yüzde 99’unun Müslüman olmadığını, son iki yılda deist ve ateist oranının en az 7 puan arttığını yazdı.
Aslında Avrupa’da da bir hayalet dolaşıyor –Ateizm hayaleti.
Hollanda’da son elli yıldır kiliseye gidenlerin sayısının hızla düşmesi nedeniyle kiliseler boş kalıyor. Yapılan projeksiyonlarda gelecek on yıl içerisinde yaklaşık bin kilisenin daha boşaltılacağı öngörülüyor. Kiliseler yakıt, sigorta ve bakım masraflarını ödeyemedikleri için satışa çıkarılıyor. Haberler, 1896 yılında yapılan Sint-Clemens Kilisesi için 250 bin avro istendiğini bildiriyor.
Benzer gelişmeler Fransa, Belçika ve Lüksemburg’daki kimi kiliselerde de izleniyor. Örneğin Fransa’nın Logwy kentindeki asırlık bir kilisenin boş kalması nedeniyle 190 bin avro bedelle satışa çıkarıldığı biliniyor.
“Üzgünüm, kilisemiz satılık. Artık insanlar tanrıya inanmıyor” sözleri, Avrupa özelinde yaşanan dönüşümü fazlasıyla anlatıyor.
Öte yandan Türkiye’de de ateistler, agnostikler, deistler kendilerini daha özgürce ifade ediyor, örgütleniyor ve “İnanç(sızlık) Özgürlüğü Yürüyüşü” dahi organize edebiliyor. Elbette deist ve ateistlerin artan oran ve görünürlüklerinden ürken siyasi iktidar yürüyüşe izin vermiyor. Ama bu antidemokratik uygulama sonucu değiştirmiyor. Üçüncü bin yılın dünyasında giderek daha fazla insan için Tanrılar ve din anlam ifade etmiyor.
Pekiyi ama hiç düşündünüz mü; Tanrılar insan yaşamına ne zaman ve neden dahil olmuşlardı?
Biyolojik Evrim
Çocuklar iki yaşına bastıklarında kendileri hakkında, dört yaşında başkalarının düşünceleri hakkında ve altı yaşında bir başkasının kendileri ile ilgili düşünceleri hakkında düşünme becerisine sahip olurlar.
İki yaşındaki çocuğun beyin gelişimi 1.8 milyon yıl önce yaşamış Homo erectus’la, dört yaşındaki çocuğun 200 bin yıl önce yaşamış arkaik Homo sapiens’le, altı yaşındaki çocuğun gelişimi ise 100 bin yıl önce yaşamış erken dönem Homo sapiens’le eştir (Torrey EF, Beynin Evrimi ve Tanrıların Ortaya Çıkışı, Paloma, İkinci Baskı, Aralık 2018). Bilimsel araştırmalar, çocukların yaş alırken, evrimsel süreçle uyumlu olarak insanın milyon yılda kat ettiği mesafeleri aştığına işaret etmektedir.
Arkeolojik işaretler, her şeyi bilen, her şeye kadir ve her yerde bulunan Tanrıların, 10 ile 7 bin yıl önce, klan toplulukların atalarının insaniyet çizgisini aşıp kutsallık kazanarak var olduklarına işaret etmektedir.
Pekiyi ama Tanrılar neden daha önce icat edil(e)medi?
Çünkü insan evriminin biyolojik alt yapısı söz konusu tarihten önce Tanrı fikriyatı için yetersizdi. Gerçekten de Tanrı düşüncesinin oluşabilmesi için öncelikle insanın beyin büyüklüğü ve içeriğinin yeterli düzeyde gelişmesi gereklidir. Başka bir ifadeyle Tanrı fikriyatı, Homo habilis’ten bu yana süren iki milyon yıllık insan evrimindeki zihinsel gelişimin sonucudur. Çok açık ki, “beyni zeki ancak zihni boş” olan Homo habilis’in, bir dine ya da yaratıcıya inanabilmesi mümkün değildi (Torrey EF, A.g.e).
Öte yandan insan(sıların) evriminin yaklaşık 5.9 milyon yıl önce başladığını dikkate alırsak; Tanrı(lar)ın, İslam dininde ifade edildiği gibi Kâlû belâ’dan beri değil, aksine insan evriminin son yüzde 1’lik bölümüne eşlik ettiği fark edilebilir.
Tanrıyı Yaratan Zihin
Tanrıların oluşabilmesi için insan beyninin büyüklük ve nitelik itibariyle hem birinci hem ikinci zihin kuram seviyesini aşması gereklidir. Sally-Anne Testi, çeşitli modifikasyonlarla zihin kuramını değerlendirebilen bir testtir:
Birinci derece zihin kuramı gereğince dört yaşındaki çocuklardan, Anne’nin kutuda değişiklik yaptığını görmediği için Sally’nin kendi koyduğu sepette eşyasını arayacağını ifade etmesi beklenir. Bu testi başarıyla geçen çocukların, başkalarının düşüncelerinin farkında oldukları kabul edilir.
Bu testin gelişmiş versiyonunda senaryoya Sally’nin, Anne’nin farkına varmadan kapıdan içeri bakarak Anne’nin değişimi yaptığını gördüğü ifadesi eklenir. Bu kez çocuktan, Anne’nin, Sally’nin topu nerede arayacağını düşüneceğini yanıtlaması istenir.
İkinci derece zihin kuramı uyarınca bu testi başarıyla geçenlerin, diğer bir kişinin ne düşündüğünü düşündüğü de anlaşılır. Çünkü test uyarınca deneğin, Anne’nin, Sally’nin kapıdan bakarken onu fark etmediğini düşünmesi ve bu zeminde Anne’nin düşüncesini de düşünebilmesi gereklidir. Altı yaşındaki çocuklar, testin geliştirilmiş bu versiyonunu da başarıyla geçerler.
Birinci derece zihin kuramının aksine bu testi geçebilmek için; kişinin kendi benliğini nesne olarak görebilmesi, başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü de düşünebilmesi, yani kendisine “dışarıdan” bakabilmesi gereklidir. Kuşkusuz bu “içebakışçı benliktir” –ki Tanrıları icat etmeye giden yolun çok önemli bir adımıdır (Torrey EF, A.g.e).
Erken dönem Homo sapiens, insan evriminin gelişim sürecinde ikinci derece zihin kuramı eşiğini de geçerek, “öteki” olarak bir dış gözün, yani Tanrıların kendisi hakkında düşünebildiğini düşünen ilk tür oldu. Anlaşılan Afrika’yı terk eden erken dönem Homo sapiens, Tanrı fikriyatına yol açabilecek bir beyin ve zihin kapasitesiyle dünyayı fethedecek o büyük göçüne başlamıştı.
Kültürel Evrim
Yaklaşık 40 bin yıl önce şekillenen modern Homo sapiens, dünü, bugünü ve yarını zamansal bir süreklilikte algılayabiliyordu. Gelişen bu zamansallık algısı, kendisinin yarınların birisinde ölerek yok olacağı gerçeğini fark etmesini de sağladı.
Ancak insanın gelişen bilişsel yetileri bu hakikati kaldırabilecek takatte değildi.
Kendisini, ötekini ve bildiğini bilen insanın artık yok olmayı kabul etmesi mümkün değildi. Pek muhtemelen bu nedenle arkaik Homo sapiens (Homo neanderthalensis)’den farklı olarak ölülerini gömmekle yetinmedi o andan sonra. Aksine mezarlarına “öte dünya”da kullanacak eşyalar da ekledi. Gerçekten de evrimsel bulgular, tam da bu zihinsel dönüşüme uygun biçimde, yaklaşık 28 bin yıl önce ölülerin yararlı ve değerli eşyalarla gömülmeye başladıklarına işaret etmektedir.
Ölüm kaygısını kaldıramayan ve yok olacağı gerçeğiyle barışamayan Homo sapiens bu sayede uygarlığı var etti. Yazılar, yapılar, yapıtlar, kentler, saraylar, devletler hep bu kaygının temelinde şekillendi. Ancak hiçbir dünyevi eser, ne kadar azametli olursa olsun, ölüm kaygısını dindiremiyordu Homo sapiens’in. Çünkü ne de olsa bir gün yok olup gidecekti yapıp ettikleri. O halde bu kaygıyı dindirmenin başka bir yolunu bulmalıydı. Sonsuzluk öyküsü eşliğinde kurguladığı öte dünya hikâyesi derdine derman olacaktı.
Zaten ulaşılan tarım devrimi de artan nüfus, büyüyen insan toplulukları, tarımsal üretimin zorluğu ve riski nedeniyle Tanrıların varlığını zorunlu kılıyordu. Öyle ya artan nüfus daha çok beslenme ihtiyacı demekti. Büyüyen insan toplulukları açlığın sınırında yaşayanlar için savaş ve kıyım demekti. Tarımsal üretimin zorluğu ve doğa olayları karşısında yaşanan çaresizlikse, insanın artan bu sorunlar karşısında tümüyle aciz kalması anlamına geliyordu.
Artan gereksinim ve yaşanan çaresizlik, insanın bir yerlerden yardım istemesini şart koşuyordu. Atalardan yardım isteme fikri tam da bu zorluğa verilen yanıttı aslında. Totemler, heykeller, maskeler ise kan bağına sahip geçmişteki atalara yönelik olarak hazırlanan yardım çağrılarıydı.
Bereketli Hilal’in bereketli topraklarından elde edilen şarap ve biranın yarattığı baş döndürücü sarhoşluğun etkisiyle geçmişteki atalarla iletişime geçmek de mümkün hale gelmişti. Artık ölenlerin sadece mezar eşyalarıyla gömülmesiyle yetinilmiyor, ihtiyaç anında hızla yetişsinler diye yakınlara, hatta Çatalhöyük’teki gibi evlerin altına, içine mezarlar kazılıyordu.
Bekleneceği üzere her bir klan topluluğu kendi soyundan gelen atasına kutsallık bahşetti. Müritlerin şeyhi uçurması gibi zamanla atalar da kutsallık bahşedilen topluluklar tarafından tanrısallaştırıldı. Dünya artık çok tanrılı bir mekândı.
Uygarlığın uzun yürüyüşünde insan toplulukları Mezopotamya’da olduğu gibi kent devletlerine ve sonrasında devletlere ve hatta imparatorluklara evrildikçe çok tanrılı yaşam da siyasi yapıdaki evrimsel süreci izleyerek sadeleşti ve tek tanrılı hale geldi.
Önce çok sayıda kabile tanrılarından az sayıdaki kent tanrıları türedi. Sonra onlardan da büyük insan topluluklarının tek tanrıları...
İnsan klan topluluklarını yöneten ve kentlere hükmeden yöneticiler ise tanrılardan güç aldılar. Var oldukları günden beri ölmüş olan atalar nedeniyle bu dünyada gözlenmeyen tanrıların yeryüzündeki gölgeleri ve izleri oldular. Bu sayede yöneticilerin mülkiyet uğruna giriştiği savaşlar da tanrısallık ve kutsallık zırhı kazandı.
Kapital uğruna kan gövdeyi götürürken, aynı tanrıya ve dine inanan insanlar arasında güçlü sosyal, siyasal ve ekonomik bağla(ntıla)r gelişti. Tanrı ve din fikri, bir kez daha, hem de ölüm kaygısını gidermenin ötesinde sosyal, kültürel ve ekonomik olarak işe yarar bir sonuca yol açıyordu.
Yalanlar Gerçekliğimizdir
Homo habilis’te ilk kıvılcımını çakan biyolojik evrim zamanla kültürel evrim tarafından kapsandı ve geliştirildi. Ne çare ki; ikincil doğamız olan kültür, birincil doğamızı geri dönüşümü olmayacak biçimde aştı ve dünyaya hükmünü nakşetti.
İnsanın idrak ettiği yok oluş bilgisinin onda açtığı yara tarih boyunca hep kanadı. Tanrılar ve dinler, bu yaranın şifa bulması için var edildiler. Bilmek, düşünmek, düşündüğünü düşünmek, ötekinin düşündüklerini düşünmek, tarım toplumunun sınıflı yapısı eşliğinde tanrısal bir öyküyü şekillendirdi.
Çok açık ki, yaşadığının farkına varamayan primatın ölüm kaygısı da yoktu. Ancak yaşadığının farkına varan insan, bu farkındalığın yok oluş gerçeğini de fark ettirmesi nedeniyle kendi eliyle kendisini onulmaz bir kaygıya gark etti.
Sonsuz bir zamanda, yaşam denilen denizin farkında olmadan nefes alan primat, evrimsel gelişim nedeniyle yaşamın ve dolayısıyla sonluluğunun farkına vardı. Yeniden primat köklerine dönüş söz konusu olamayacağına göre yaşayabilmesi için başka bir çıkış yolunu var etmesi gerekiyordu.
Biyolojik alt yapısı ve kültür dünyası, Tanrı ve din yoluyla ona yeniden sonsuzluğu bahşedecekti.
Yalan da olsa!
NOT: Tanrıların var oluşunu insan evriminin bir sonucu olarak kabul ediyor olmam, inancı olan kişilere saygısızlık yapma hakkını bana vermiyor. Kanaatimce teist, agnostik ve ateistler, aynı toplumda, birbirlerine tahammül göstererek karşılıklı saygı içerisinde yaşayabilirler. Yeter ki; inandıkları ya da kabul ettikleri inanç ya da görüşün bizatihi kendisinin değil, o inanca inanan ya da o görüşü sahiplenen insanların saygın olduğu konusunda hemfikir olsunlar. Bu vesile ile, Müslümanların, bügünlerde ifa ettikleri oruç ibadetinin, inandıkları Allah tarafından kabul edilmesini dilerim.