Osman Elbek

21 Nisan 2019

Yurdumsun ey uçurum

"Bir çizgimiz, bir rengimiz, ayırt edici bir özelliğimiz var diye sevinelim mi, yoksa bu ayırt edici çizginin “antibiyotik sevdası” olması üzerine biraz düşünelim mi?"

Yurtdışında yaşayan dostlar ya da meslektaşlarınızla karşılaşınca sizler de benim gibi merak ve hayret dolu bir soru yağmuruna maruz kalıyor musunuz?

Yöneltilen soruların kâhir ekseriyetinin, iptal edilen pasaportlar ya da sudan gerekçeler bahane edilerek uygulamaya konulan yurt dışı çıkış yasakları nedeniyle adeta açık (c)ezaevine dönüştürülmüş bu ülkede yaşamaya nasıl devam edebildiğimiz üzerine olması sürpriz mi?

İşte o anlarda soluk aldığım gerçekliği daha iyi kavrıyorum. Onların soruları ve gözlemleri sayesinde, uzun bir süredir aşılageldiğim cehennem ortamının ne kadar can yakıcı olduğunu daha aşikâr fark ediyorum.

Öyle ya yaşamak, kanıksamaktır. Yeri geldiğinde cehennemi bile olağanlaştırmaktır. O nedenle bizatihi yaşarken fark edemiyorum.

Öte yandan Roberto Benigni’nin olağanüstü senaryosu ve oyunculuğuyla bize gösterdiği gibi hayat, yeri geldiğinde bir toplama kampında ölüme giderken dahi direnmek ve umudun ateşini harlamaktır (Roberto Benigni, Hayat Güzeldir, 1997).

Ama insanın ve insanlığın bu direnişi, soluk alınan yerin cehennem olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Ne garip bir dünya burası: Bir yanda İsviçre gibi bir ülkede konuşacak ve tartışılacak bir konu olmadığı için Meclis açılmazken, diğer yanda konuşacak ve tartışacak binlerce konu olsa da bunları müzâkere edecek bir Meclis yok ya da bizdeki gibi işlevsiz.

İster istemez böyle anlarda Cemal Süreya düşüyor aklıma: “Ne demiş uçurumda açan çiçek / Yurdumsun ey uçurum”

Heryer Uçurum

Memleket uçurum haline gelince o memleketin dahilindeki işler normal olur mu? Hasan Hüseyin’in dizeleri ile sorarsak; yaprak dökerken bir yanımız, öte yanımız bahar bahçe olur mu?

Şaire şerh düşeyim: olmaz

Sağlık hizmet alanında da olmuyor zaten.

Sağlık Bakanlığına göre aksine çok iyi oluyor olsa da aslında olmuyor.

Evet sağlık hizmetlerinden memnuniyet oranı, Bakanlığın ifade ettiği gibi, pek çok Avrupa Birliği ülkesi ile kıyaslanamayacak düzeyde yüksek olsa da işler iyi gitmiyor.

Bu nedenle sağlık çalışanları ile hastalar arasında yaşanan ölümcül şiddet her geçen gün büyüyor. Büyüyen soruna farkındalık çekmek için Türk Tabipleri Birliği, 17 Nisan tarihinin “Sağlıkta Şiddetle Mücadele Günü” ilan edilmesini istiyor. Bunun için girişimlerde bulunuyor, geçtiğimiz hafta yaptığı gibi eylemler ve grevler örgütlüyor...

Pekiyi ama yaşanan bu şiddet ortamına katkı sunan tutumlar neler? Hekimlerin olumsuz tutumlarını yok saymadan ve göz ardı etmeden, hasta cephesinde nasıl bir yaklaşım gözleniyor? Hasta bağlamında bu topraklara ait bir özgüllükten bahsetmek mümkün mü?

Aslında yakın bir zaman önce euronews’de yayınlanan bir haber, belki de şiddet dolu gerçekliğimizle yüzleşmemize katkı sağlayabilir.

Ayna Tutmak

Söz konusu haber, Avrupa’da en fazla göç alan ülkelerden birisi olan Fransa’da hekimlik yapan Fransız doktorların, Avrupalı Türk hastalarla olan deneyimlerine dayanıyor.

Öyle ya 300 bin Türkiyeli göçmen yaşıyor Fransa’da. Bu nedenle Fransa’da hekimlik yapan doktorların deneyimleri kendimize ayna tutmak açısından çok değerli.

Yapılan görüşmelerde Fransız doktorlara göre, Türkiyeli hastaların sağlık hizmeti alanındaki en büyük sorunları; “hekime olan güvensizlik”, “antibiyotik takıntısı” ve “dil problemi”ymiş.

Ne garip; bu topraklardaki hekimlere de sorarsanız “güvensizlik” ve “antibiyotik” konusu aynı biçimde sorun olarak tanımlanır.

Yine benzer biçimde Fransa’da ve Türkiye’de çalışan hekimler, Türkiye kökenli hastaların “cana yakın” oldukları konusunda da hemfikir olurlar.

Ne iyi elbette cana yakın olmak... Ama yüzleşmemiz gereken bazı olumsuz yönler de var: 

Örneğin göçmen ailelerin yoğun olarak yaşadığı Lyon kentinin banliyösünde 15 yıldır hekimlik yapan Dr. Philippe, birçok Türk hastasında aynı sorunla karşılaştığını ifade ediyor. Sözü edilen bu tipik sorun, Dr. Philippe’nin sözlerine, “Bana gelen Türk hastalar (...) daha muayene olmadan, kendi kendine teşhisi koymuş oluyor ve ona göre ilaç talep ediyor” biçiminde yansıyor.

Hiç de sürpriz olmayacak biçimde, Türkiye’nin herhangi bir ilinde çalışan, herhangi bir hekime de sorarsanız, özellikle son yıllarda “kendi kendine teşhis koyup ilaç talep eden” hasta profilinin çok büyük bir sorun olduğunu ifade eder.

Özellikle Google’a ulaşma imkânı olan kesimler, minimum 6 yıllık tıp fakültesi ve minimum 4 yıllık uzmanlık eğitimini hızla tamamladıklarını düşünüyorlar sanal alemin birkaç satırını okuyunca.

Pekiyi ama Dr. Philippe’nin deneyimini dikkate alarak soralım: Neden bu özellik Türk hastaların tipik özelliği? Bu topraklarda son yıllarda etkisini arttıran eğitim görmenin değersizleştirilmesi ile ilgisi var mıdır bu tutumun? Bizlere ait bu tipik davranış modelinin, okumuş kesimleri “tehlike” olarak gören ve “okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor” diyen Rektör Yardımcılarının bakış açısıyla bir bağlantısı var mı?

Anlaşılan Fransa’da da, Türkiye’de de, Google’da iki satır sağlık bilgisi okumak, hekim olmak için yetiyor diye düşünüyor Türk(iye kökenli) hastalar.

Antibiyotik ve Ayrıcalık Talebi

Dr. Philippe’nin, Türkiye kökenli hastaların antibiyotik konusundaki tutumları konusunda sarf ettiği cümleler de bu topraklarda hekimlik yapan çoğu doktorla örtüşüyor. Dr. Philippe bu konuda, "Hastalarıma bazen antibiyotiklerin kendilerine fayda sağlamayacağını, aksine kendileri için zararlı olabileceğini anlatıyorum. Fakat Türkler buna anlamakta zorluk çekebiliyor. Neden aynı hastalığa yakalanan komşuma antibiyotik yazıldı gibi yorumlarda bulunuyorlar. Hatta bazıları(nın) verdiğim ilaçları beğenmeyip bir kaç gün sonra başka bir pratisyenden antibiyotik aldığını biliyorum. Haliyle bağışıklık sistemi sayesinde bir kaç gün sonra hasta iyileşiyor, ama bunun antibiyotikler sayesinde olduğuna inanıyor. Antibiyotik olmadan tedavi olunabileceğine inanmıyorlar" diyor.

Emin olun Edirne’den Ardahan’a kadar istediğiniz her hekime sorun, benzer yanıtı alırsınız antibiyotik konusunda. Özellikle “komşuma antibiyotik yazıldı” yorumu ve başka bir hekimden antibiyotik temin etme davranışı, Türkiye kökenli hastaları, diğer hastalardan ayıran önemli bir özellik.

Bir çizgimiz, bir rengimiz, ayırt edici bir özelliğimiz var diye sevinelim mi, yoksa bu ayırt edici çizginin “antibiyotik sevdası” olması üzerine biraz düşünelim mi?

Fransa’da çocuk doktoru olan Leyla ise, kendisinin Türk olmasından dolayı bazı Türk hastalarla sorun yaşadığına dikkat çekiyor. İnanılır gibi değil: Aynı etnik kökenden olmak, işleri kolaylaştıran değil zorlaştıran bir neden olmuş gurbette!

Çünkü Türk hastalar, kendilerine sağlık hizmeti sunan hekimin kendileri gibi Türk olduğunu anlayınca, ondan, diğer hastalardan önce kendilerini muayene etmesini istiyorlarmış. Elbette Leyla da bu isteğe etik nedenlerle karşı çıkıyormuş.

Kendisi için ayrıcalık talep etmek!

Hastalığın şiddetine ve durumun acilliğine göre hizmete ulaşmada önceliği gözetmek yerine, etnik köken, hemşehrilik, dil ya da din gibi sağlık hizmetinde öncelik verilmeyecek durumlara göre ayrıcalık istemek.

Dr. Leyla’nın deneyimine göre bu özellik de Türk hastaların nevi şahsına münhasır özelliği.

Bu farklılığımızdan gurur duyan var mı aramızda!

Sözün Sonu

Yurtdışında çalışan bu hekimlerin, Türkiye kökenli hastalarla ilgili deneyimlerini çeşitli gerekçelerle göz ardı etmek mümkün elbette. Türk olmayan hekimler için “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”, Türk olanlar içinse “hain” söylemi, diğer sorunlarımızda olduğu gibi bu alandaki gerçekliğimizle yüzleşmemek için kâfi gerekçeler olabilir. Eğer bu gerekçeler yetmediyse, “üst aklın tezgâhı”, “kokteyl hekimler” ya da “bizi çekemeyen dış güçlerin oyunu” diyerek de kafamızı kuma gömmeye devam edebiliriz.

Ancak unutmayalım ki, diğer sorunlarımızda olduğu gibi bu konudaki körlük hali de gerçekliğimizi değiştirmiyor. Aksine ergenler gibi trip atmaktan yetişkinliğe geçiş, sahici bir yüzleşmeyle mümkün...



Eğer aramızda sorunlarımızla yüzleşmeye niyetli olanlar varsa, onlar hayati bir soruya daha cevap bulmak zorundalar: Şifa bulmak için başvurduğu hekime güvenmeyen, yetkin olmadığı halde kendisine tanı koyup tedavi öneren, antibiyotik konusunda takıntısı bulunan ve bencilce sürekli kendisi için ayrıcalık talep eden kişilerin, Sağlıkta Dönüşüm Programı’ndan çok memnun olması onların sağlığı açısından iyi midir?

Yoksa Dönüşüm Programı’ndan duyulan bu yüksek memnuniyet, aslında hastalar için gereksiz tetkik ve ilaç tüketimi, ülke kaynaklarının gereksiz yere harcanması ve harcanan paralara kıyasla toplumun sağlıklı olmaması anlamına mı gelmektedir?

Yapılan bilimsel araştırmalarda, sağlık hizmetlerinden en çok memnun olan hastaların, daha az memnun olan gruplara kıyasla daha fazla oranda öldüklerinin gösterildiğini hatırlatarak noktalayalım bu yazıyı.

NOT: Bu yazıya konu olan haberde yer alan hekim isimleri, hasta – doktor mahremiyeti nedeniyle değiştirilmiştir.