Birkaç hafta önce bir hastam, "Yaşam koçuna da gittim ama işe yaramadı. Tavsiye üzerine bir de size gelmek istedim" dediğinde fark ettim yaşamın koçlaştığını.
Hayatımda hiç koça gitme ihtiyacı duymamıştım oysa. O nedenle bilmiyordum insanların neden koçlara gittiğini. Sağolsun hastam bu konuda bana çok yardımcı oldu. Onun derdine ne kadar derman oldum tartışılır ama o bana koçlaşan hayatı layıkıyla gösterdi.
Pekiyi ama hiç düşündünüz mü bir insan yaşam koçuna neden gider diye?
İsterseniz sorunun yanıtını aramaya başlamadan önce koçluk hakkında kısa bir tur yapalım...
Performans
Sağlık ve eğitim de dahil olmak üzere her değerin performansa kurban edildiği bu dünyada koçluk kavramı ile kişinin performansının arttırılması arasında doğrudan bir ilişkinin var olduğunu görmek gerekiyor. Bu bağlamda koçluğun, aslında kişisel performanı arttıran bir yöntem olduğunu ifade etmek doğru olur.
Gerçekten de koç (coach) ve danışan (coachee), istenen – hedeflenen performans düzeyine ulaşmak için aralarında planlı bir gelişim ilişkisi kurmaktadırlar.
Uluslararası Koç Federasyonu'nun Türkiye departmanı da koçluğu; "Günümüzün belirsiz ve karmaşık ortamlarında (...) kişisel ve mesleki potansiyeli en üst düzeye çıkarmak için ilham veren, düşünmeye teşvik eden ve yaratıcı bir süreçte müşteri ile ortaklık ilişkisi" olarak tanımlamaktadır (ICF Türkiye).
Hiç kuşku yok ki değişen yaşam ortamı ve iş ilişkileri yaşamı koçlaştıran en önemli etken. Üçüncü bin yılda özellikle çalışma yaşamına damgasını vuran belirsizlik ve güvensizlik koçlara ihtiyaç duyulmasını sağlayan temel faktör. Zaten bir yaşam koçunun; "Ulaşmak istediğim hedeflerim, hayata geçirmek istediğim düşüncelerim, aşmam gereken sorunlar ve kabul etmem gereken değişiklikler var hayatımda fakat adım atamayacak kadar sıkışmış hissediyorum" ... "o halde bana gel" biçimindeki tanıtım satırları, var olan sorunu layıkıyla ortaya koyuyor.
Değişen hayat ve çalışma ortamı karşısında insanın çaresizliği... Adım atamamaması... Tükenmesi.
Başka bir yaşam koçunun tanıtım sayfasına ise bu durum şu sözcüklerle yansıyor: Çağımızda her şeyi çok hızlı, yoğun, sanal iletişim içerisinde tempolu bir şekilde yaşıyoruz. Bu durumda, ne hissettiğimize dönüp bakmaya, duygu ve davranışlarımızdaki değişimleri fark etmeye vakit bulamadan yaşıyor, öyle bir noktaya geliyoruz ki bu sorunlarla nasıl baş edeceğimizi öğrenmek için arayışlar içinde buluyoruz kendimizi" ... "o halde bana gel"...
Belki de...
Ne dersiniz bilmiyorum ama belki de çağın hızına yetişemememiz hiç de kötü değildir. Belki de sorun bizde değil, aksine çağın ulaştığı hızdadır. Belki de tıpkı Kızılderililerin yaptığı gibi şimdi yapmamız gereken, hızlı koşan bedenlerimizin ruhsuz kalmaması için biraz durup ruhlarımızın bedenlerimize yetişmesine izin vermektir.
Ancak koç zihniyeti, beklemenin aksine, koş(tur)mayı ve kişisel performansı maksimize etmeyi amaçlar. Koçluğun el kitabında da ifade edildiği gibi; "Koçluk, müşterilerin kişisel ve profesyonel potansiyellerini maksimize etmek amacıyla düşünce doğurucu ve yaratıcı bir süreçte onlarla ortaklık yapmaktır" (Timur CD, Koçluğun El Kitabı).
Bu noktada "coaching" kelimesinin, İngilizce'de değerli malların bir noktadan diğerine taşınmasına karşılık gelmesi size de garip gelmiyor mu? Pekiyi ama insan değerli bir mal mıdır ki, bir performans düzeyinden öteki düzeye taşınabilsin? Gelecekteki fırsatları yakalamak için kişi adeta bir yarış atı kıvamına getirilsin...
Neyse boşverin bu soruları, ne de olsa Türk Patent Enstitüsü'ne marka olarak tescillenmiş ve ISO 9001 onayı da almış bir yaşam koçluğu sertifika programının eğitim müfredatında da ifade edildiği gibi "Bu işin matematik formülü B = p-e'dir". Yani "Potansiyelinizden engellerin çıkartıldığı zaman elinizde kalan başarıdır". Hastamda olduğu gibi geride insan niyetine birşey kalmamış olsa da...
Radikal koçluklar
İş hayatının hızı, patronların artan talepkârlığı ve çalışma arkadaşlığının rekabet ekseninde yok edilmesi sadece Türkiye'nin sorunu değil elbette. Tüm dünyada sermayenin daha fazla kazanabilmesi için çalışma hayatı her geçen gün giderek daha zorlu bir ortama dönüşüyor.
Daha kötüsü bu dönüşüm sadece çalışma hayatıyla sınırlı değil. Bir bütün olarak yaşamın kendisi ve ekonominin ötesinde duygularımız da bu olumsuz dönüşümden nasibini alıyor. Pekiyi ama insanlar olarak nasıl koruyacağız kendimizi? Yaşam koçlarının bizi koçlaştırması dışında bir çözüm yolu yok mu? Bir yarış atına dönüşebilsek dahi bu yarışı tükenmeden daha ne kadar sürdürebiliriz?
Haberler, benzer sorunları fazlasıyla yaşayan Güney Kore'de başka bir çözüm yolu bulunduğuna işaret ediyor: Paralı Hapishane!
Şaka gibi ama Güney Kore'de çalışma hayatının ve gündelik yaşamın stresinden kaçmak isteyen insanlar bir gece için 90 dolar ödeyerek "İçimdeki Hapishane (Prison Inside Me)"ye giriyorlar. Sahte cezaevinin kurallarına göre kişiler mahkûm kıyafeti giyiyor, içeride yalnızca tuvaleti olan 5 metrekarelik bir hücrede kalıyor ve onları dünyaya bağlayan telefonlarını cezaevi yönetimine teslim ediyorlar. Diğer mahkûmlarla konuşmanın da yasak olduğu hapishanede mahkûmların sadece bir yoga matı, bir kalem ve bir defter alma hakları var.
Uzun bekleme listelerinin oluştuğu Paralı Hapishane'ye girebilen "şanslı müşteri" Park Hye-ri'nin, "Çok uzun süreler çalışıyorum, çok meşguldüm. Şu an burada olmak yerine işlerimi bitirmem gerekiyordu. Ama bir an durup düşünmeye ve hayatımın nasıl daha iyi olacağına karar vermem lazımdı. O yüzden buradayım" sözleri, dışarıdaki "özgür" yaşamın nasıl bir tutsaklık olduğunu fazlasıyla tarifliyor.
Milenyum uygarlığında gündelik yaşamın ve çalışma ortamının artan sorunlarının yanı sıra bu dertleri bir başkasına anlatamamamız da hepimizde sıkıntılara yol açıyor. Örneğin işyerlerindeki kısa kahve molalarında yöneticileri çekiştirmek ve dedikodu yapmak artık hemen hemen olanaksız. Çünkü yöneticiyi çekiştirdiğimiz arkadaşımız bu bilgiyi ya kendi pozisyonunu yetkinleştirmek için kullanırsa?...
İnsanlar arasındaki güvensizlik ve herkesin geçilmesi ya da alt edilmesi gereken bir "öteki" olarak tanımlanması var olan kaygılarımızı daha da arttırıyor. Oysa yapılan araştırmalar ayaküstü yapılan çekiştirme ve dedikoduların insanları sosyalleştirdiği ve sağlıklarına çok iyi geldiğine işaret ediyor.
Hal böyle olunca arkadaşlarla dertleşmenin yerini psikiyatrist ya da yaşam koçlarıyla görüşmeler alıyor.
Ancak bu konuda farklı çözüm yolu geliştirenler de var. Örneğin Malatya'da üniversite okuyan iki genç, ziyaret ettikleri şehirlerde geçimlerini sağlamak için 1 liraya dert dinliyor. Otostop yaparak yolculuk yapan gençler, dertleri olan insanları sabırla dinlediklerini ifade ediyorlar. İki genç, ziyaret ettikleri şehirlerin en işlek caddelerinde ellerinde "1 Liraya Dert Dinlenir" yazılı pankartla müşterilerini bekliyorlar. Gençler, insanların dertlerini dinlemekten ve onların da anlatmasından mutlu olduklarını belirtiyorlar.
Dert dinleyen iki üniversite öğrencisine göre; "Gençlerden aile sıkıntılarını çok anlatan var. Liseliler (ise) sınavlardan çok yakınıyor. Orta yaş üstü insanlar çocuklarından yakınıyorlar. Geçim derdini çok anlatıyorlar. Gençler sevgililerini, aşk hayatlarını anlatıyorlar".
Çözüm bulmayı vaat bile etmeyen bu gençlere yönelen anlatma ilgisi, gündelik yaşamın hızı içerisinde insanların birbirlerini dinlemeye dahi tahammül etmediklerine işaret ediyor.
Ciro ve suçluluk
Dünya genelinde 45.000 civarında yaşam koçu olduğunu ve bu endüstrinin yılda 2 milyar dolar ciro yaptığını biliyor muydunuz (Cederström C & Spicer A (Çeviren: Gökyaran E), Sağlık Hastalığı, YKY, 2017)? Anlaşılan koçlaşan bu yaşamın ruh sağlığımıza olan olumsuz etkisi dışında birilerine oldukça olumlu yansıması olan bir de ekonomi politiği var.
Evet insanlar küresel ekonomik kriz ortamında dahi 2 milyar dolar harcama yapıyorlar. Çünkü kaygılarından kurtulmak istiyorlar. Ve yaşam koçları da, Tanrı, baba ve (sosyal) devlet otoritelerinin öldüğü ve bireyin belirsizlikler ortasında tek başına kaldığı bu dünyada doğru tercihi seçebilmenin yolunu ona göstermeye kalkışıyorlar.
Ancak ne hazin ki gösterilen bu çaba, danışanın var olan kaygısını daha da arttırıyor. Çünkü koçluk sayesinde birey, yapacağı ya da yaptığı seçimin sonuçlarından tümüyle tek başına sorumlu hale geliyor – getiriliyor. Tıpkı Platon'un Devlet'inde "konuşan" kader tanrıçası Lakhesis'in bildirdiği gibi: "Herkes seçtiğinden kendisi sorumludur. Tanrı (Baba, Devlet, Kapitalizm) sorumlu tutulamaz"!
Oysa insan, ne Platon'un öze içkin zorunluluğu, ne Aristoteles'in bilip tercih edeni, ne Spinoza'nın kendi doğasının zorunluluğunu bilerek eyleyeni, ne Marx'ın alt yapı tarafından inşa edileni ne de Sartre'ın kendi-için varlık olanıdır (Adugit Y, Özgürlüğün Kısa Tarihi, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2013). İnsan bunlardan hiçbirisi değil, aksine hepsidir. Ama çok açık ki üçüncü bin yılın kapitalizminde herşeyden önce ve herşeyden çok olarak, öteki insanlarla ilişkiler geliştirerek özneleşme imkânını kaybedenidir. Elinin tuttuğu kalemin, gözünün gördüğü hakikatin, kulağının işittiği yardım çığlığının,... hasılı kelam kendi sözünün, sesinin, duygusunun bizzat kendisine yabancılaşanıdır.
Günümüzün hayatı, ne acı ki "insanın insana yabancılaşmasıdır".
Bu nedenle yaşamın saçmalığına başkaldırmalıdır. Oysa koç, kişinin olmayan tercihler üzerinden seçim yapmasına ya da yaptığı seçimin sonuçlarını göğüslemesine yönelik attığı her adımda ona daha fazla sorumluluk ve suç yüklemektedir. İnsan olarak haklı olarak uymaması ve itiraz etmesi gereken çalışma ve hayat koşullarına performansını arttırmak için uyum sağlamayı önererek kişiyi zımnen de olsa "uyumsuz" olarak etiketlemektedir. Kuşkusuz yüklenen bu ek kaygı ve etiketler de koça olan gereksinimi daha da arttırmaktadır.
Sonuç; 2 milyar dolar ciro ve elde baki kalan sonu gelmez suçluluk...
Kanaatimce uygarlık bundan başka bir şey olsa gerek.
Sizce de öyle değil mi?