İnanılmaz gelebilir ama sadece birkaç yıl önce, hem de metropol olmayan bir kentte eğitim gören tıp fakültesi öğrencilerine, aşağıdaki resmi ve resimle ilişkili videoyu sınav sorusu olarak yöneltip Marina Abramović aracılığıyla beden ve çıplaklık kavramlarını yorumlamalarını istemiştik.
Bugün 10 Mart 2019. Tıp bayramına dört gün var. Acaba bugün hangi tıp fakültesinde böylesi bir sorunun sorulabilmesi mümkündür?
Akademinin hal-i pür melaline dair başka söze gerek var mı?!..
Akademiyi geçelim ama modern tıp eğitiminin başladığı tarihi milat alan 14 Mart Tıp Haftası’nı geçmeyelim! Nicedir hekim yerine doktor mezun eden tıp fakültelerinin eğitimi üzerine bu vesile ile çokça düşünelim.
Imponderabilia
Bilenler bilir; Imponderabilia (1977), Galleria d’Arte Moderna Bologna Müzesi’ndeki bir serginin açılışında Abramović ve Ulay’ın sergilediği bir performanstır. Resimden de görüleceği üzere, müzenin kapısında çıplak bir konumda karşılıklı duran iki sanatçı müzeye gelen ziyaretçilere oldukça zor anlar yaşatırlar. Öyle ya her ikisinin arasından geçip müzeye girebilmek için birisi ya da ikisine tensel temas kaçınılmazdır.
Hiç düşündünüz mü; “doğum kanalı” gibi daracık bir aralıktan geçmek zorunda bırakılan ziyaretçiler geçiş sırasında hangi yöne döneceklerdir? Hangisine temas etmeyi tercih edeceklerdir? Bakışları nereye ya da hangisine yönelecektir?...
Abramović ve Ulay, hem kendileri hem ziyaretçiler için insanın en mahrem, en derin ve en karanlık yönünü sorgulamaya cüret ederler bu performanslarıyla.
Peki bu sanat gösterisinin tıp fakültesi öğrencileriyle ne ilişkisi olabilir? Akciğerin loblarını, immün sistemin düzenleyici hücrelerini, hücre içi sinyal yolaklarını ve insanı hasta eden mikropların bilgisini öğrenen geleceğin hekimlerine bu soru neden yöneltilir?
Daha önemlisi böylesi bir soruyu sorduran dersin amacı nedir?..
“Ben’in içindeki ben”i anlamak
Öncelikle ifade etmek gerekir ki; dersi tasarlayan ve hayata geçiren ekibin, geleceğin hekimleri olacak tıp fakültesi öğrencilerine “kültür kazandırmak” ya da entelektüel bir faaliyet yürütmek gibi bir amacı hiç olmadı.
Onların temel konusu hekimliğin kendisi oldu her zaman. Çünkü hekimlik, insanı dert ediyordu ve insan, biyolojinin ötesinde (kültürlü değil) kültürel bir oluşumdu.
O nedenle tıp fakültelerinin temel dersleri olan anatomi, histoloji, fizyoloji, patoloji, mikrobiyoloji gibi biyoloji kökenli dersler hekimlik mesleği için kifayetsiz kalıyordu. Zaten bu eksik eğitim nedeniyle toplum hekimlerin insani yönlerinin yeterli olmadığından yakınıyordu. Toplumdan gelen bu eleştiri nedeniyle tüm dünyada onlarca yıldır tıp fakültelerinde insan bilimleri dersi veriliyordu. Bu dersler sayesinde hekimin, insanı “biyo-psiko-sosyal” varoluşu ile anlaması hedefleniyordu.
İnsanı anlamanın en iyi yolu ise kişinin kendisini, kendisinin derinliğini, karanlığını, korkularını, utançlarını, zaaflarını... velhasıl “benin içindeki ben”ini, toplumsallıkla birlikte anlamasından geçiyordu.
Öyle ya insan, saksıda bir başına yetişen çiçek değildi. Aksine toplumsallıkla birlikte var olan, değişen, değiştiren ve bu bağlamda sonsuz döngüye mahkûm olmuş bir canlıydı.
Abramović ve Ulay’ın Imponderabilia’sı ise, bu anlama yolculuğunda benin derinliğine, insana ve topluma ışık tutabilecek güçlü bir araçtı.
Hekimlik paradokslarla icra edilir
Peki bir hekim, insanı neden bu denli derin algılamalı ve anlamalıdır?
Çünkü hekimlik, paradokslarla icra edilen ve her şeyden önce alışageldik olana karşı olmayı gerektiren bir meslektir. Öyle ya her hekim, kendisine kimi yakınmalarla başvuran her bir kişinin üstüne başına, ne yediğine ne içtiğine, nerede kaldığına, kimlerle düşüp kalktığına, sevgilisi ya da sevgililerine... Velhasıl hayatının tümüne bakmalıdır.
Birileri çıkıp “Nereden buluyorsunuz bu inceleme hakkını” diye sorabilir.
Peki hekimler tüm bunlara bakıp hastayı tanıdıktan sonra insan olarak ona nasıl tarafsız davranabilirler?
Öyle ya, diyelim ki öğrendiler hastanın çocuklara tecavüz eden birisi olduğunu, ya da dağlarda savaştığını, cihat yoluna kendisini adadığını, Allah’a inanmadığını, “Affedersiniz Ermeni” olduğunu, utanmazlık yaptığını, anal sekse bayıldığını ya da sıkı komünist faaliyetler yürüttüğünü... Nasıl hâlâ ayrımcılık yapmadan mesleklerinin gereğini yerine getirecekler?
Hele bu ülkede?...
Sanki bu zorluk yetmezmiş gibi, hastanın hastalığını anlamak için araştırırken gördüğü farklılığını kabullenip ona göre hastaya öneriler geliştirmek de ödevdir bu meslekte. Örneğin kendi anlam dünyasında oruca çok büyük değerler yükleyen bir hastaya oruç hakkında kısıtlamalar getirmenin zorluğu gibi. Ya da (bu ülkede) daha zor olarak; dildo’sunun hijyenik kullanımı için hastasına uygun öneriler yapmak gibi...
Sözün özü; hastanın dünyasının içerisinden bakıp ona uygun öneriler sunmak, ama aynı zamanda hastanın dünyasının değerleri nedeniyle ona karşı ayrımcılık yapmamak zorunludur bu meslekte.
Hastayı bilmek ve bilmemek
Hayatın paradosklarından birisi de tam bu konudadır: Hastanın hayatına ve değer yargılarına uygun önerileri sunabilmek için onu bilmek, ama hekim olarak kendisinin de zaaflarıyla insan olduğunu hatırlayarak, ona istemeden de olsa ayrımcılık sergilememek için onu bilmemek gereklidir.
Gelin görün ki; hastaya tanı koyup tedavi etmek için onu bilmek kaçınılmaz zorunluluktur.
O halde her hekim, hastayı bilip de ayrımcılık yapmamak için insanı, insanın içerisinde yaşadığı toplumu ve toplumun tüm çeşitliğini anlamalı, öğrenmeli ve öğrendiği her gerçekliğe tahammül etmeyi içselleştirmelidir.
Evet, üçüncü bin yılın cilaladığı ve hepimize matah bir değermiş gibi sunduğu hoşgörünün nobran ve üsttenci hiyerarşisinin yerine, eşitliğin ve ötekini kabulün ilk adımı olan tahammülü geliştirmek gerekli toplum genelinde.
Daha önemlisi, bir hekimin, insanı (hastayı) yargılamamak ve onu suçlamamak için, o güne kadar öğrendiği şaşmaz doğruları, aşikâr kabulleri, kesin gerçekleri, yıkılmaz duvarları, fethedilmez kaleleri ve hayatın tüm hakikatlerini sorgulayabilen bir cürete sahip olması da elzemdir.
Zaten akademi dediğimiz yapı, devletin memuru ya da özel sektörün işçisi konumuna düşen akademisyenlerin diploma dağıttığı uzatmalı bir liseden farklı olmak zorunda değil midir? Adıyla müsemma bir yapı olarak, tıpkı Antik Yunan’daki gibi, Agora’nın baskısından uzakta her şeyin özgürce tartışıldığı bir yer olmak zorunda değil midir?
Onca yıllık Milli Eğitim müfredatı sayesinde devletin ve egemen düşüncenin doğrularıyla kendisine gelen üniversite öğrencilerini her adımda şaşırtan, onlara yamuk düşünmeyi öğreten ve onların gerçekliği alt üst etmesine olanak sağlayan bir ortam değil midir?
Ya da öyle olmak zorunda değil midir?
Telaşa Gerek Yok...
Hekimlerin gündelik hayat pratikleri, ayrımcı uygulamaların, her toplumda, o toplumun egemen normlarının ötesinde yaşayanlara karşı en çok sergilendiğine işaret ediyor. Bu nedenle istisnasız her toplum, tıp fakültesi öğrencilerini, kendi toplumlarının genel normların dışında kalan fikir ve hayatlarla temasını arttırmak zorunda.
Belki bu sayede; insan denilen varlığın ne kadar zengin bir dünyasının olduğunu fark ederek kendi dünyalarını da özgürce zenginleştirebilirler.
Belki bu sayede; hayatı ve hakikati sorgulayan bir yurttaş olarak zincirlerinden özgürleşebilirler.
Neyse kaygılanmayın, başta belirttiğimiz ders uzun sürmedi ve beşinci yılın sonunda tıp fakültesi programından çıkartılarak sonlandırıldı!..
Zaten memleketin atmosferi de geçen süreçte böylesi bir dersin sürdürülmesine izin vermeyecek kadar boğucu hale gelmişti.
Hasılı kelam, tehlike geçti... Şimdilik!
Ama tabii ki…
“Bir gün mutlaka”