Derdine derman olmaya çalıştığı hastayı kaybetmek bir hekimin en zorlu anlarından birisidir.
Kuşkusuz her hekim, meslek yaşamında sayısız kez böylesi bir deneyim yaşar. Daha önemlisi bu deneyimleri ona ölüm gerçeğini kabullendirir. Ölen kişi için değil ama ölüm karşısında görece bir mesleki duyarsızlık geliştirir.
Yine de her ölüm her hekimi yorar. Ancak ölen hastanın yakınlarını yorduğu ve üzdüğü kadar değil elbette. Ne de olsa hekimliğin sırrı, empati ile sempatiyi birbirinden ayırmakta gizlidir.
Sempati duyduğunuz kişiye hekimlik yapmak çok zordur. Zaten bu nedenle hekimler, sempati duydukları akraba, dost ve tanıdıklarını sıklıkla kendileri takip etmezler. Hele ameliyat gibi, onların beden bütünlüklerini bozacak işlemleri onlara yapmaktan imtina ederler. Çünkü her meslekte olduğu gibi bir mesleği icra edebilmek için “mesleki körlük” gereklidir. Yeter ki bu körlük, dozunda ve yerinde olsun. İnsansız ve insafsız bir mesleki varoluşu şekillendirmesin…
Oysa bir insanın annesini, babasını, daha acısı çocuğunu ya da eş, dost, tanıdığını kaybetmesi çok daha zordur.
Gidenin ardından bu dünyada kalan kişiler açısından kaybın ağırlığını belirleyen kaybedilenin kimliğidir.
Öte yandan kaybın ardından yaşanan yas ve matem, geride kalanlara yitirilme gerçeğini içselleştirmeyi ve yaşamın yitip gidenin eksikliğiyle sürdürülebilmesini mümkün kılar. Tutulan yas, yitirilene karşı yönelen sevgi ve değerin, zaman içerisinde başka kişi, an ve anlamlara yöneltilmesini ve bu sayede hayatın sağlıklı biçimde devam etmesini sağlar.
Şok ve inkâr
Benlikte travmaya neden olan her kayıp bir “şok” ile başlar. Kişi duyduğuna, gördüğüne, apaçık ortada duran gerçeklere inanmaz. Gerçekliği anlamsız biçimde reddeder.
Garip ama bu reddediş çoğu zaman rasyonel gerekçelerle de açıklanamaz. Örneğin akciğerde bir “yara” saptanmıştır kısa bir süre önce. Bu “yara”nın adının konulması için bilgisayarlı filmlerin çekilmesi ve “yara”dan parça alınması şarttır.
Gel gelelim hastayı bu hakikate ikna etmek hiç kolay olmayabilir. Yitip gidenin içten içe farkına varan ve bu gerçeklikten korkan hasta, onunla yüzleşmemek için saptanan “yara”ya kendince açıklamalar getirir. Neler söylemez ki bu safhada: “Geçen hafta soğuğa maruz kalmıştır”, “son günlerde çok yoğun çalışmıştır”, “Çocuklar onu geçen hafta çok kızdırmıştır”; işte o “yara”nın nedeni budur.
Nafile bir kandırıştır elbette bu tutum. Ama heyhat; insan, bu dünyada en çok kendisini kandırır.
Oysa ortada apaçık bir gerçek vardır: Kişi yıllardır sigara içmektedir ve pek muhtemelen tütün kullanmanın bedelidir o “yara”. Ancak bunu kabullenmek hiç kolay değildir. Çünkü insan, hatayı ve kusuru hep ötekinde arar...
Kesin oylar yanlış sayılmıştır. Sandık görevlileri kasten bizim oyları geçersiz saymıştır. “Kokteyl” bir kumpas kurulmuştur. “Üst Akıl” devreye girmiştir. Öteki hile yapmıştır. Yapılanlar darbedir...
Oysa ortada apaçık bir gerçek vardır: Onca zamandır havuza dönüştürülmüş medyadan, yüksek sesle hem de büyük bir kibirle, hem de her gün bağırılıp çağırılmakta, herkes hain ilan edilmekte ve toplum hizaya sokulmak istenmektedir. İşte pek muhtemelen bu tutumun bedelidir o kayıp. Ama gelin görün ki bunu kabullenmek kolay değildir. Çünkü dedik ya insan, hatayı ve kusuru hep ötekinde arar.
Çökkünlük
Kaybın ardından gelen şok ve inkâr dönemini sıklıkla bir çökkünlük dönemi izler. Bu dönemde yitip gidenin ağırlığı insanın iman tahtasının üzerine bir kaya gibi çöker. Nefes alamaz hale gelir insan.
Uykusuzluk, dikkatsizlik, okuduğunu anlamama, yediğinden zevk alamama, hiçbir şeye konsantre olamama bu dönemin işaretleridir.
Kendi kendisini tanıyamaz bu devrede insan. Arkadaş ve dostlar, tanıdıkları kişinin eskisi gibi olmadığını ve çok değiştiğini ifade ederler. Hayattan kopma, isteksizlik, dağınıklık ve müthiş bir suçluluk kaplar
Öyle ya o sigarayı onca yıl içmeseydi, şimdi kanser gibi ölümcül bir dert başına gelmeyecekti. Ya da el birliğiyle bıraktırabilselerdi alkol kullanımını, babalarının karaciğeri böyle iflas etmeyecekti.
Ama ne çare olan olmuştur: İstanbul şoku yaşanmıştır. Nefret söylemleri, hain suçlamaları yapılmış; kazanmak için yüzyıldır yok sayılmak istenen bir halkın temsilcileri rehin alınmış ve tanzim kuyruklarında ekmeğinin derdine düşmüş halkın önünde israf ve şatafat yaşanmıştır.
Hal böyleyse yıkım kaçınılmazdır. Pelikancıları, ötekini televizyona çıkaranları, küskünleri, eski dostları suçlu ilan etmek boşunadır.
Yapılması gereken; eğer her şey yitip gitmediyse ayakta kalabilmek ve yaşayabilmek için neyi değiştireceğini bulmak, ötekini suçlamaktan vazgeçip sahici bir yüzleşmeyle yanlışlarını düzeltip hayata devam etmektir.
Kanser de olsa tütün kullanmamaktır bulunması gereken çözüm. Çünkü ölüm bir adım ötede de olsa, kanseri var eden neden, kalan hayatı daha da kısaltıp zorlaştıracaktır. Ölümden kaçınmak mümkün değilse bile hem acı çekip hem de acılar çektirerek ölüme gitmek akılcı değildir. Çünkü ifade edilenin aksine çivi çiviyi sökmez hiçbir zaman.
Çünkü Soylu’ların öfke ve nefret kusan dili, hiçbir yaraya derman olmaz hiçbir zaman.
Yarını, dünü aşarak kurmak
Ancak bazen yapılacak hiçbir şey kalmamıştır. Siz geride kalmışsınızdır yitip gidenin ardından.
O, toprağın altında yatmaktadır bir başına.
Gidenin düzeltebileceği bir şey kalmamıştır artık. Tarihteki yerini sevabı ve günahıyla almıştır. Şimdi hayat onsuz devam edecektir.
İşte o zamanlarda geride kalanlar, eğer sağlıklı bir yas süreci yaşarlarsa, tarih olanın ardından bir ders çıkarırlar. Ne tarihi reddederler ne de ona mahkûm olurlar.
Yarını, dünün tekrarı olarak değil, onu aşarak kurmak isterler.
Bazı kültürlerde bu dünyadan göçüp giden atalarını yiyip bedenlerine katarak, çoğu kültürde ise onu büstlerle, vecizelerle, kitaplarla idealize edip totemleştirerek onsuz yola devam ederler.
Totemlerini unutmazlar hiçbir zaman ama totemin bugünü de belirlemesine izin vermezler.
Günler ve yıllar geçer, an gelir bir şarkı, bir söz, bir kitap yitip gidenin acısını yürekte hissettirir. Tıpkı eski aşkların an gelip hatırlandığı gibi.
Yürekte bir sızı hissedilir; en derinden, en can yakan tarafından.
Ama ne çare yitip giden, artık bugüne ve hayata ait değildir.
O, düne ait bir hatıradır. O, artık bir totemdir...
İnkarın kör öfkesi
Yitip gidenin ardından geride kalanlar bu değişimi sağlayabilirlerse, yeniden hayattan haz almaya ve çevrelerine haz vermeye başlarlar. Sözlerine korkunun değil, umudun satırlarını dahil ederler. Kalpleri yeniden çarpmaya başlar. Yeniden, ama dünden daha başka biçimde yollarına devam ederler.
31 Mart gecesi ölümcül şokun etkisini siyasi hayatlarında ilk kez hisseden, var olan gerçekliği irrasyonel biçimde inkâr eden, hâlâ her şeye muktedir olduğunu zannederek gerçeği tahrif etmeye kalkışan, attığı her adımda gücünden ve onurundan kayıp yaşayan, gece sabaha vardığında hiç istemese de tarihin kararına boyun eğen, tıpkı yaratıcısının karşısında olduğu gibi toplumun hükmü karşısında da secdeye varan, bu nedenle şişkin kibirli egosuyla öfkelenen, gözünü bürüyen hınçla itirazlar eden, arsızca bağıran–çağıran, fakat her şeye rağmen sonu hüsranla biten çaresizliği yaşayacak olan ve ilk defa bir sonunun olacağını gören yaralı bir yapı var karşımızda.
Umarız ve dileriz ki; inkârın kör öfkesine gark olanlar, yas sürecini sağlıklı biçimde yaşayarak kendilerine ve yaşadıkları – yönettikleri topluma artık daha fazla zarar vermezler. Çok hızlı biçimde her şeye muktedir olamadıklarını ve ötekini kabul etmeden bu topraklarda nefes alamayacaklarını idrak edebilirler.
İyileşme, demokratik düzenle mümkün
Bu dünyada insanın acısını yine insan dindirir.
Yitip gidenin acısı ve kaybını yaşamasına izin vermek kalanların ve kazananların sorumluluğudur. Belki de hekimliğin en büyük meziyeti, kayıp sürecine tanıklık etmek ve onu geride kalanlar için kolaylaştırmaktır.
Ancak bu sorumluluk, yas ve matem adına gerçeğin tahrifine göz yummak değildir. Aksine böylesi bir tutum, sağlıklı yasın yaşanmasını engellediği için eninde sonunda yaşanacak travmayı erteler ve ertelediği oranda da yıkıcı etkisini büyütür. Daha önemlisi bu erteleme, kişi ve toplumların olgunlaşmasını engeller. Oysa kişi ve toplumlar, kayıplarını yaşayabildikleri, o kayba katlanabildikleri ve onsuz bir hayatı kurgulayabildikleri oranda olgunlaşırlar.
Gerçeklerden kaçmak, dünün kahramanlık hikâyelerine sığınmak ya da yitip gidenin sergilediği davranışları o halen varmışcasına aynen taklit etmek, ilkel ve derde derman olmayan yararsız savunma mekanizmalarıdır.
Unutmayalım, kişi ve toplumların sağlıklı biçimde yola devam etmelerinin ilk koşulu, böylesi ilkel mekanizmalar geliştirme ihtiyacını hissetmeyecekleri, kimsenin kimseye diz çöktürmediği ve baş eğmek zorunda kalmadığı demokratik bir düzeni var etmektir.
Hiç kuşkusuz böylesi bir ortamı var edecek olanlar, kaybın acısını ve kazanmanın sevincini layıkıyla yaşayabilenlerdir.
Ancak eğer yitirilenin ardından kısa bir zaman içerisinde benliklerde sevgi yeşertilemiyorsa, yaşanan kaybı kabullenmek yerine inkâr devam ediyorsa, öfkenin etkisiyle uzun süre yakışıksız ve abartılı tepkiler sergileniyorsa, öteki suçlanıyorsa, meşru olmayan sonuçlar var ediliyorsa ya da kaybın yarattığı yıkımın ağırlığı altında içe kapanılıp tepkisiz ve donuksuz biçimde yaşarken ölü haline geliniyorsa kaybedenler,
Ne acı ki, kaybettiklerinin ardından sağlıklı biçimde yas yaşayamayan toplumlarda geçmişin gölgesi daima toplumların üzerine düşer. Onları hiç rahat bırakmaz.
Geçmişin hayalet gölgesinden kurtulamayanlar hiçbir sorunlarını çözemezler.
Tıpkı yüzyıldır Türkiye toplumunda yaşandığı gibi...