Taksim Meydanı’nın işçilere, emekçilere, çalışanlara yasaklanması bu yıl da son bulmadı.
Ne garip; Taksim alanı, onu inşa edenlere yasak!
Oysa Nazım’ın dizelerinde ifade ettiği gibi yapıların ve meydanların her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde işçilerin yürek çarpıntıları saklıdır. Uygarlığın övündüğü her başarılı eserin arkasında mavi ve beyaz yakalı çalışanların alınteri, emeği ve yeri geldiğinde son nefesini verdiği canı saklıdır.
Uygarlık, emekçinin emeği ve ölü bedeni üzerinde yükseliyor bu dünyada ne yazık ki.
Karoshi ve Karojisatsu
İkinci Dünya Savaşının yıkımının ardından yükselen Japon ekonomisinin bedelini her yerde olduğu gibi emekçiler ödedi. Uzayan mesai saatleri, (Türkiye’de olduğu gibi 1 Mayıs Bayramı da dahil olmak üzere) bayramlarda çalışma, iş güvencesinin yitirilmesi, part-time çalışma ve evde çalışma gibi atipik istihdam modellerinin çalışanlardaki yansıması “beyin kanaması”, “kalp krizi” ya da “kalp yetmezliği”dir.
Yapılan araştırmalar, beyin ve kalp hastalıklarına bağlı bu ölümlerin artan strese ve vücudun ağır çalışma koşullarına verdiği yanıta bağlı olduğunu ortaya koydu. Bu araştırmalar ışığında Karoshi, ağır bir iş yükü ya da en az 4 hafta süreyle haftada 65 saat ve üzeri ya da en az 8 hafta süreyle haftada 60 saat ve üzeri çalışmaya bağlı olarak çalışanın ölmesi durumu olarak tanımlandı (Işık Erol S, ÇSGB Çalışma Dünyası Dergisi, 2015).
Veriler, hem mavi hem beyaz yakalıların Karoshi’nin kurbanı olduğunu göstermektedir. Özellikle satış, finans, basın ve reklam gibi sektörlerde çalışan beyaz yakalılar ile imalat, inşaat ve ulaşım sektöründe çalışan mayi yakalıların Karoshi adı verilen ölüme yol açan tükenmeyle daha sık karşılaştıklarına işaret etmektedir.
İş güvencesinin olmaması, düzensiz istihdam ve gece vardiyalı işlerde çalışma Karoshi riskini arttırmaktadır.
Karojisatsu ise, aşırı iş yükü ve stresli çalışma koşullarına bağlı olarak çalışanların intihar etmesidir.
Karoshi gibi ağır ve uzun çalışma saatleri, güvencesiz istihdam koşulları, (son yıllarda Türkiye’de hekimlerin karşılaştıkları gibi) yapılan iş üzerinde çalışanın denetimini yitirmesi ve yetersiz ödüller Karojisatsu riskini arttıran faktörlerdir (Işık Erol S, A.g.e).
OECD’nin yayınladığı İstihdam Görünümü Raporu’na göre; Karoshi ve Karojisatsu’nun önemli bir sorun olduğu Japonya’da yıllık ortalama çalışma süresi 1.713 saatken, Türkiye’de aynı sürenin 1.832 saat olduğu dikkate alındığında, bu topraklarda ölüm raporunda “beyin kanaması”, “kalp krizi” ya da “kalp yetmezliği” yazan pek çok çalışanın aslında Karoshi nedeniyle hayatını kaybettiği anlaşılabilir.
Bununla birlikte Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası’nın hazırladığı Sağlık Çalışanları İntihar Raporu’nda da yer verildiği gibi, “Lanet hastaneler doktorlara yüklenip durmasın” notunu bırakarak intihar eden genç hekim Ece, sorunun nedeninin ve çözümünün nerede saklı olduğunu vurgulamaktadır.
İş Kazaları(!)
Sermayenin daha çok para kazanması uğruna emekçilerin hayatlarını kaybettiği başka bir alan da “iş kazası” olarak tanımlanmaması gereken cinayetlerdir.
Pekiyi ama Karoshi ve Karojisatsu konularında hiçbir adım atmayan T.C. devlet aygıtı, “iş kazası” olarak tanımladığı konuya nasıl yaklaşmaktadır?
1 Mayıs vesilesiyle devletin gözünden bu konuya bakalım mı?
Ekonomik krizin yaşandığı şu günlerde sağlığın en önemli belirleyicisinin gelir, gelirin iş bulabilmek ve bulunan işin de hastalık ve kazalarla ilişkili olduğunu hatırlayarak izledim Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanan “Zorunlu Yayın”ı.
Söz konusu yayın, iş kazalarının nasıl bir dram olduğuna ve “tedbirsizlik” ve “dikkatsizlik” nedeniyle geliştiğine işaret eden görsellerle açılıyor. Yani Bakanlığa göre iş kazaları tedbirsizlik ve dikkatsizlikten kaynaklanan kişisel bir kusur(!)
Sunucu dikkatsizlik, iş yerinde alınmayan önlemler ve yetkin bir işte çalıştırılmamanın iş kazalarına neden olduğunu altını çiziyor ve bunu değiştirecek önemli adımı açıklıyor(!): Mesleki Yeterlik Belgesi
Pekiyi ama bu belge iş kazalarını nasıl önleyecek?
Cevabı bir işçiyi işten uzaklaştırırken Bakanlık veriyor: “Bu belge sayesinde iş ve işçi kalitesi artıyor, iş güvenliği sağlanıyor”. Yani güvensiz iş ortamının nedeni Bakanlığa göre kalitesiz ve eğitimsiz işçiler. Onları işten uzaklaştırınca kazalar da son bulacak.
Yayında belgenin avantajları saymakla bitmiyor: Örneğin “bu belgeye sahip çalışanların SGK primlerini işverenler değil devlet ödüyor”muş! Pekiyi ama bu avantajın ölüm riski altında çalışana yararı ne?
Neyse sıkmayın canınızı daha ne olsun: dikkatsizlikten kaynaklanan kazalar, işçilerin eğitilerek kaliteli hale gelişleri, böylelikle işgüvenliğinin sağlanması ve dahası bonus olarak da çalışanların primlerinin işverenlerce ödenmemesi...
Daha ne olsun(!)
Liberal Muhafazakâr Otoriter Devlet
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin açıklamasına göre 2018 yılında yaşanan iş cinayetleri nedeniyle en az 1923 işçi yaşamını yitirmiş, yitirenlerin hemen hepsi sendikasız çalışanlarmış, daha çok kâr için ölümüne çalışma koşulları varmış, kuralsız çalışma kural olmuş... Boşverin tüm bunları: Mesleki Yeterlik Belgesi sorunların hepsini çözecek(!)
Anlaşılan o ki bu topraklara sağlığa bakışta oldukça liberal, siyasette oldukça muhafazakâr ve yönetimde oldukça otoriter bir zihniyet dünyası egemen.
Sağlık konusunda liberal. Çünkü hemen hiçbir kamusal sorumluluğa vurgu yapmıyor devlet aygıtımız. Öyle ya tütün kullanımından obeziteye, işe bağlı ölüm – intiharlardan iş kazalarına kadar sağlık alanındaki tüm sorumluluk bireylerin omuzlarına yıkılmış durumda.
Kadın konusunda verilen mesajlara bakıldığında ise katı bir muhafazakâr söylemle malûl olduğunu görüyoruz devlet aygıtının. Toplumsal cinsiyet, eşitlik ve ayrımcılık konularını hemen hiç dert etmeyen, hatta üniversite bünyesinde az da olsa var olan programları kaldıran, eşitsizliği yaradılışa indirgeyip doğallaştıran ve kadını ev ile annelik figürlerine hapsetmiş bir bakışla körleşmiş durumda.
Kamu spotları ise her ne kadar inceltilmiş söylemlerle yumuşatılmış olsalar da daima kişiye ve topluma buyurgan bir eda ile sesleniyorlar. Spotlar daima bilen(!) devletin, bildiği doğrularına uymayı ve yine onun bildiği yanlışlarından kaçınmayı kişilere, halka, topluma bildiriyorlar.
Son olarak Türkiye Cumhuriyeti, bir bütün olarak, ekonomik liberalleşmenin doğrudan siyasi liberalleşmeyi de var edeceği tezini çürüten bir kanıt aslında. Üçüncü bin yılın dünyasında gözü kazançtan başka hiçbir şeyi görmeyen sermayenin, otoriter, totaliter, despotik ve hatta faşizan siyasi iktidarlarla nasıl da barışık olabileceğini kanıtlıyor tüm dünyaya.
Ama aynı zamanda Türkiye, 1 Mayıs 2019 günü itibariyle, bu gerçeklere teslim olmayan insanların da var olduğunu ve olacağını muştuluyor tüm insanlığa!
Can Yücel’in dediği gibi: “Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?”