Osman Elbek

28 Nisan 2019

(C)ezavi ve Sağlık

Türkiye (c)ezaevlerinde her gün en az 1 insan ölmektedir

“Akşam erken iner mahpushaneye”

Ahmed Arif

Türkiye’de kimi konular vardır görülmez, duyulmaz, konuşulmaz. O konulara girmek tehlikeli sularda yüzmeye benzer. Ensenizde adını tam olarak koyamadığınız bir tehlikenin soluğunu her daim hissedersiniz. Bir şeyler söylemek istediğiniz anda sözcükler boğazınızda düğümlenir. Sesiniz kısılır, soluğunuz tükenir. Sessizlik utancınız olur, susarsınız.

Türkiye’nin (c)ezaevi sorunu da tam böylesi bir sorundur: görülmeyen, duyulmayan, konuşulmayan bir sorun. Çünkü eğer bu sorunu görüyorsanız, bilirsiniz ki “büyük birader” de sizi görmektedir. Tıpkı panoptikon’daki gibi.

Görülmek fark edilmektir. Dikkati üzerinize çekmektir. Dahası “ilgi”ye mazhar olmaktır.

Görülmemeyi tercih ederiz, “özgür” irademizle...

Utanılacak Hakikatler

Hiç kuşkusuz Türkiye (c)ezaevlerinin önde gelen sorunları tecrit, kötü muamele, işkence, keyfi yasaklar ve yaptırımlardır. Zaten bu nedenle yaklaşık beş aydır 5 binin üzerinde tutuklu ve hükümlü tecrit uygulamasını protesto etmek için açlık grevi eylemini sürdürmekte.

Önceki yıllarda gerçekleştirilen açlık grevlerinden farklı olarak, devlet aygıtının izin vermemesi nedeniyle Türk Tabipleri Birliği’nin izlemi dışında süregiden bu eylemin ölüm ve sakatlıklara yol açmadan çözüme kavuşması için bir avuç insan kamuoyu vicdanına ve devlet aklına seslenmekte.

Ancak bugün itibariyle akıl ve vicdandan güçlü bir ses gelmediği görülmekte...

Öte yandan tecrit ve keyfi yasakların dışında da önemli sorunlar var “içeri”de. Sağlıksız (c)ezaevi koşulları, sağlık hizmetine ulaşımda yaşanan zorluklar ve hastanelerin elverişsiz mahkûm koğuşları bu başlık altında sayılabilir.

Türkiye’de ve dünyada yapılan binlerce araştırma, yoksulluk ve gelir dağılımı dengesizliğinin pek çok hastalığının temel nedeni olduğunu göstermiştir. Hastalara erken tanı konulamaması, tanı konulsa da tedavilerinin düzenli yapılamaması, hastalara sunulan sağlık hizmetinin iyi organize edilememesi ve konu hakkında yeterli finans kaynağının yaratılamaması da var olan sağlık sorununu arttıran diğer faktörlerdir.

Pekiyi ama hiç düşündük mü bu faktörlerin (c)ezaevleri için ne anlama geldiğini?

Ne dersiniz sizce bu dünyada zenginlerin mi, yoksulların mı yolu “içeri”ye daha sıklıkla düşmektedir? ABD’de siyah derili olanların beyaz derili olanlara göre daha sık tutuklanması tesadüf mü? Engelliler, LGBT bireyler, başka bir ülkenin yurttaşı olanlar ve yaşlılar gibi kırılgan grupların ayrımcılığa uğramaması için alınması gerekli önlemler uygulamaya konulur mu (c)ezaevlerinde? Tutuklu ve hükümlülerin sağlık hizmetine ulaşımı kolay mıdır? Onların yakınmaları başladığı anda nitelikli bir sağlık hizmetine ulaşma güvenceleri var mıdır? Var olan yasal güvencelerin gündelik hayattaki fiili uygulamaları nasıldır? 2014 yılı verilerini dikkate alırsak; Türkiye (c)ezaevlerinde 986 tutuklu ya da hükümlüye 1 sosyal çalışmacı ve 549 kişiye 1 psikolog düşmesi sizce yeterli midir? (Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği, http://www.tcps.org.tr)

Aslında her birimiz bu ve benzeri soruların yanıtı gayet iyi biliriz. Ancak devlet aklı tarafından görülmemek için bu soruları duymak istemeyiz.

Ortada duran utanılacak gerçeğe toplum olarak bakmayı reddederiz.

Hastalık Kaynağı

Orta yerde duran gerçeği görmemek için yüzümüzü öte yana çevirsek de bilelim ki; (c)ezaevinde yaşamak 13 kat, gözaltına alınmak 6 kat, toplu yaşamak 3 kat oranında verem hastalığı riskini arttırır.

Verem hastalığı önemlidir. Çünkü dünya genelinde (c)ezaevlerinde verem hastalığının yüz kat daha fazla saptandığı ve cezaevlerinde yaşanan ölümlerin en önemli nedeninin verem olduğu bilinmektedir.

(C)ezaevlerinin kalabalık ortamı, tutukevlerinin yaşama ve yerleşime uygun olmaması, hijyen sorunları, (c)ezaevlerinde yaşanan şiddet olayları, ortamda doğal ışığın ve havalandırmanın olmaması ya da yetersizliği, soğuk-sıcak gibi hava koşullarına karşı insanların korunamaması, kötü beslenme, temiz içme suyuna ulaşamama ve yetersiz sağlık hizmetleri gibi koşullar (c)ezaevlerinde hastalıkların gelişmesini sağlayan temel nedenlerdir.

Türkiye (c)ezaevlerinde temizlik için kullanılan kova ya da leğen gibi plastik eşyaların 7 kişiye 1 adet verilmesi, hapishane idaresinin inisiyatifine bırakılan çamaşır ip uzunluğunun 5 metreye indirilmesi, bel fıtığı olan bir mahpusun sandalyesinin üzerine koyup yastık olarak kullandığı battaniyenin “amaç dışı kullanım” gerekçesiyle geri alınması ve (c)ezaevi idaresinin asgari temizliği sağlayacak sabun, deterjan ya da tuvalet kâğıdı gibi malzemeleri karşılamaması nedeniyle tutuklu ve hükümlülerin temizlik ve hijyen için gerekli tüm ihtiyaçlarını (c)ezaevi kantininden ücret ödeyerek satın almak zorunda kalması bu ülkenin (c)ezaevlerinin nasıl bir ezaevine dönüştürüldüğünün kanıtlarıdır (Berivan Korkut, Hapiste Sağlık, http://www.tcps.org.tr/?q=kitaplar).

Öte yandan dünyanın 116 ülkesinde mahpus sayısı resmi hapishane kapasitesinin üzerindedir. Bangladeş’te bu oranın yüzde 228’e, Kenya’da ise yüzde 337’e ulaştığı bilinmektedir. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’ne göre cezaevinde yaşayan her bir insan asgari yedi metrekareye ihtiyaç duysa da, Gürcistan cezaevlerinde kişi başına ayrılan alan bir metrekarenin altındadır.

Konu hakkında yapılan pek çok bilimsel araştırma; (c)ezaevindeki hastaların tedaviye geç ve güç ulaştıklarına, kendilerine konulan tanıdan kuşku duyduklarına, önerilen tedavilerden yan etkileri nedeniyle ürktüklerine ve yaşadıkları ümitsizlik – depresyon nedeniyle sağlık sorunlarının daha da ağırlaştığına işaret ediyor.

Hasılı kelam, Dünya Sağlık Örgütü’nün de ifade ettiği gibi; (c)ezaevleri verem başta olmak üzere hemen tüm hastalıkları geliştirir, yoğunlaştırır, var olanı kötüleştirir ve kurum dışına (yani “dışarı”ya) ihraç eder. Bu çerçevede “Cezaevleri var oldukça hangimizin içerde, hangimizin dışarıda olduğu hiç önemli değil” diyen Bernard Shaw tümüyle haklıdır.

Çünkü (c)ezaevleri, birey ve toplum sağlığı açısından herkese zararlıdır!

(C)ezaevlerinin bu zararı, sadece tutuklu ve hükümlere yönelik değildir. Aksine hapishane personeli de bu zarardan payına düşeni alır. Araştırmalar, verem ve hepatit gibi hastalıkların (c)ezaevi personelinde genel nüfusa kıyasla anlamlı oranda daha fazla görüldüğünü bildirmektedir. Kanada’da her dört infaz koruma memurundan birisinin travma sonrası stres bozukluğu yaşadığı, İskoçya’da ise 2013 – 2015 yılları arasında hapishane çalışanların anksiyete ve depresyon nedeniyle işe gelmediği gün sayısının toplamda 6 çalışma yılını bulduğu bildirilmektedir.

(C)ezaevi Salgını

Ne garip ki, bu sorunlarına rağmen, refahın, zenginliğin ve demokrasinin küresel ölçekte yaygınlaştığının iddia edildiği günümüz dünyasında, (c)ezaevine düşen kişi sayısı hem Türkiye’de hem de dünyada her geçen yıl artmaktadır.

Oysa araştırmalar insanları dört duvar arasına koymanın suç oranlarında beklenen azalmayı sağlayamadığına işaret ediyor. Örneğin ABD’de 1970’den beri hapishane nüfusunun 5 kat artmasına karşılık, bu yüzyıl içerisinde mal ve mülkle ilgili suçlarda ancak yüzde 1’den az bir azalışa denk geldiği; Kaliforniya, Michigan, New Jersey, New York ve Teksas gibi büyük eyaletlerde azalan mahpus nüfusuyla korele biçimde suçlarda da azalma olduğu görülmektedir.

Hatta işlenen suçlar nedeniyle mağdur olan insanlar dahi, hapishanelerin suç işlemeyi engelleyemediği, aksine kişileri suç işlemekte ustalaştırdığını düşünmektedirler.

Veriler, tutuklu yargılama sayısının ülkenin geliri ile korele olduğu, düşük gelirli ülkelerde en yüksek tutukluluk oranının gözlendiği; hapsedilen kadın sayısının ise, genel hapishane nüfusunun azalmasına aykırı olarak 2000 yılından bu yana yüzde 50 oranında arttığına işaret etmekte (Prisson Reform International, Dünya Hapishanelerinde Eğilimler 2016, http://www.tcps.org.tr/?q=node/417).

Yakın bir zaman önce “Çocuklar ölmesin” dediği için 18 aylık kızı Dêran’ı annesine bırakarak Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nin 12 kişilik B-2 koğuşuna 52. kişi olarak giren Ayşe (Çelik) öğretmende olduğu gibi; dünya genelinde de hapishanede bulunan kadınların büyük kısmı aynı zamanda annedir. Anne olan kadın mahpusların oranı Brezilya’da yüzde 87, ABD’de yüzde 80, İngiltere’de yüzde 66’ya ulaşmıştır.

Mahpus damlarında büyüyen çocuklarının kaderi ise Şakran Çocuk ve Gençlik Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda yaşandığı gibi cinsel istismar, zorbalık ve işkencedir.

Öte yandan dünya genelinde hapishanede bulunan kadınların çoğu Ayşe (Çelik) öğretmen gibi “yerli”dir. Yerli kadınlar, Kanada gibi “uygar” bir ülkede dahi hapishane nüfusunun yüzde 35’ini oluşturmaktadırlar. Oysa yerli nüfusun genel nüfus içerisindeki oranı yüzde 5’tir.

Ancak tüm bu gerçeklere rağmen adeta bir salgın gibi (c)ezaevindeki nüfus her geçen gün artmaktadır.

Türkiye (C)ezaevleri

2017 yılında Türkiye (c)ezaevlerinde bulunan kişi sayısı bir önceki yıla göre yüzde 15.7 artarak 232.340’ye ulaştı (TUİK, Haber Bülteni, 5 Aralık 2018). Oysa 2017 yılı itibariyle Türkiye (c)ezaevlerinde mevcut yatak sayısı 208.830’dir.

Başka bir ifadeyle Türkiye (c)ezaevlerinin doluluk oranı yüzde 111’dir.

12 Eylül 1980 askeri darbesi döneminde 79 bine ulaşan (c)ezaevi nüfusu göz ardı edilir ve 1970 – 2005 yılları arasında Türkiye’deki mahpus sayısının ortalama 50 bin civarında olduğu dikkate alınırsa; 2005 yılından sonraki on yıllık dönemde (c)ezaevi nüfusunda yaklaşık yüzde 300 oranında bir artış yaşandığı görülebilir (Berivan Korkut, A.g.e).

TUİK tarafından yayınlanan veriler; mahkeme tarafından suçlu bulunarak tutuklu statüsünde olan kişi oranının 2010 yılında (c)ezaevi toplam nüfusunun yüzde 27.4’ü iken, bu oranın 2017 yılında yüzde 34’e yükseldiğine işaret etmektedir.

Başka bir ifadeyle; 2017 yılı itibariyle, Türkiye’de (c)ezaevinde bulunan her 3 kişiden sadece birisi mahkemece suçlu bulunan insanlardır. Diğerleri ise halen hemen hiç kimseye güven vermeyen hukukun dahi suçu sabit görmediği kişilerdir.

World Prison Brief’in istatistiklerine göre; 2017 yılı itibariyle (c)ezaevinde bulunan nüfus açısından Türkiye dünya yedincisi, yüzbin kişi başına düşen nüfus bakımından ise otuzuncusudur. ABD, her iki ölçüt yönünden de dünya birincisidir (Doğruluk Payı, Türkiye’nin Cezaevi İstatistikleri, https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-nin-cezaevi-istatistikleri).  

Son olarak; Türkiye’de 2011 yılında Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı tarafından imzalanan “Üçlü Protokol” kapsamında tutuklu ve hükümlülere sağlık hizmeti sunulduğu, sağlık birimlerine getirilen ring araçlarının oldukça sağlıksız olduğu ve hekim ile hasta arasında çoğu zaman kelepçeli ve kolluk gücü gözetiminde niteliksiz bir temas sağlandığı bilinmektedir.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun 2015 tarihli raporu; Türkiye’de 336 devlet hastanesinde toplam 1184 yatak kapasiteli mahpus koğuşu bulunduğunu ve bu koğuşlardan 34’ünün bodrum, 99’unun ise giriş katta yer aldığını belirtmektedir. Sayısal verinin ötesinde kişisel hekim gözlemlerimiz ise bu koğuşların hemen hepsinin gerek alt yapı, gerek hijyen, gerekse de insan gücü açısından oldukça yetersiz olduğu yönündedir.

Tüm bu sorun, ihmal, kötü uygulama ve kastların, Türkiye (c)ezaevlerinde her geçen yıl dafa fazla ölüme neden olması ise aslında öngörülen bir sonuçtur (Berivan Korkut, A.g.e).

Avrupa Konseyi tarafından yayınlanan “Avrupa Cezaevlerinin 10 Yıllık Eğilimleri” başlıklı raporunda da; Türkiye’de 2005 – 2014 yılları arasında (c)ezaevindeki 10.000 kişi başına düşen mahpus ölüm oranında, (aynı dönemde intihar oranlarında azalma yaşanmasına karşılık) yüzde 162 oranında artış yaşandığı görülmektedir (European Union, Prisons in Europe 2005-2015, Turkey Country Profile, http://wp.unil.ch/space/files/2018/12/Turkey.pdf).

Uzun sözün kısası; Türkiye (c)ezaevlerinde her gün en az 1 insan ölmektedir.

Haberimiz var mı?