Osman Elbek

05 Ocak 2020

"Baba"nın Sesi

Baba, adına neoliberalizm denilen ve insanı öğüten devasa çarkın içerisinde yok olma korkusuyla yaşamını sürdürülenlerin inanacakları bir vaade ihtiyaç duyduğunu bilir. Onun “Büyük Düşün” çağrısı, gerçekliği değiştirmeye muktedir olamadıklarını düşünenler için yaşam umududur aslında

29 Mart 2009 tarihinde gerçekleştirilen yerel seçimlerden bu yana sesine kulak kabartan çocuklarına hep "Büyük Düşün" sözleriyle seslendi.

Tam on yıldır bu ses, onu dinleyen çocukların hayatında bir anlama karşılık geldi.

Tam on yıldır, çocuklar babalarının sesine hep ses verdi.

Tam on yıldır, bu ses sayesinde, kitlesinin etten ve kemikten müteşekkil bir karşılığı olarak kendisini var etti mutlak tek hakikat olarak.

Ama kendisini hakikat olarak pazarlayan her iktidar gibi son zamanlarda inandırıcılığı ve mutlaklığı yara aldı. O nedenle bugünlerde tek hakikat olduğu yanılsamasına yeniden ikna etmeye çalışıyor çocuklarını.

Yine aynı sesle: "Büyük Düşün" 

Kapanmayan yara

Türkiye Cumhuriyeti’nin 'müesses nizamı'nı oluşturan 'beyaz Türkler'in muhafazakâr bedenlerde açtığı yaralar onca yıl geçse de tümüyle kabuk bağlamadı.

Çünkü bu yaralar sayesinde kendisinin baki kalacağını bilen baba, yaraların kabuk bağlamasına ve toplumsal barışa ulaşmaya izin vermiyor. Aksine yarayı kanatma huyundan hiç vazgeçmiyor. Zamanın şifa veren gücüyle yaraların kabuklanmaya başladığı anda yeniden yaralarını hatırlatıyor çocuklarına büyük bir temaşayla.

Ve maksat hasıl oluyor; yeniden kanamaya başlıyor o yaralar...

Ama görmek gerekiyor ki, kimi çocuklar da o yaralara bağımlılar. Çünkü son on yılda el koydukları gücü, boğazlarından geçen haramı ve yedikleri kul hakkını meşrulaştırıyor o yaralar.

O nedenle, Allah’ın değil ama iktidarın verdikçe veren kısmına atlamış çocuklar, o yaralarının kabuk bağlamasını tıpkı babaları gibi hiç istemiyorlar. Öyle ya eğer dinerse o sızı, bağlarsa o yara kabuk, aynaya baktıkları kişiye haklarını nasıl helal edecekler?

Hal böyleyken yaranın durmaksızın kanaması hem babanın, hem kimi çocukların tek kurtuluşu. Kanayan yarayla baba kendisinin beka sorununu çözerken, babanın gücü sayesinde yırtan çocuklar da inandıkları Allah’ın yolunu kapitalizme kurban etmenin günahından kurtuluyorlar.

Bilinçdışı

Biliyoruz ki bilinçdışı dilin sağladığı olanakla her gün ve her an yeniden üretilir. Tıpkı siyasi iktidarın bilinçdışının, NATO zirvesi sırasında, "İngiltere, Fransa, Almanya ve şahsım, dörtlü zirve yaptık" sözüyle kurulması gibi.

Öyle ya O artık dün olduğu gibi 'asrın büyük lideri', 'büyük düşünebilen winnerı', 'tek başına bir ekol', 'tek başına bir hayat', 'tek başına bir hayal' ve 'bir ideal' olmanın çok ötesindedir.

O, artık çocuklarının beden ve ruhlarının, kendi beden ve ruhunda tecelli olduğu bir Leviathan’dır. O, artık düşüncenin bedenselleşmiş ve cisimlenmiş halidir.

Ama bir gerçek var ki; baba ile çocuklar arasında her geçen gün derinleşen, derinleştiği oranda yabancılaşan ve nihayetinde patolojik düzeye ulaşarak adeta psikoza dönüşen bu bütünleşik hal neoliberal toplumsal hayattan bağımsız değildir. O nedenle bugün babayı analiz etmeye çalışmak günümüz kapitalizmini anlamakla ancak mümkündür.

Neoliberal baba

Her değerin metalaştığı ve fiyatlandırıldığı bu dünyada tüm insani vasıflardan arınan insan da posalaşmış ve metalaşmıştır. Aristoteles’in 'politik hayvanı', üçüncü bin yılın dünyasında, düşünsel veçhelerden azade kılınarak çıkar ve pragmatizmin hayvanlaştıran doğasına indirgenmiştir.

Erkek ve kadın, genç ve yaşlı, mürekkep yalamış ve yalamamış, beyaz ve mavi yakalı, yakası bir araya gelmeyeni, yakasız olanı,... velhasıl bil cümle herkes, günümüzde adına piyasa denilen ortamda 'başarısız' olup hayattan düşmemek için ölümüne çırpınmaktadır.

Bu çırpınış aslında öyle bir dibe batıştır ki; arkadaşını gammazlamak, amirinin bir yandan altını kazarken diğer yandan ona yaltaklanmak, yanı başında dost dediği insanın üzerine basarak başını bok çukurunun üzerinde tutmaya çalışmak, hiç kimseye acımamak ve hep ben demek zorunlu hale gelmiştir.

Zorunludur, çünkü eğer 'yeterince' başarılı olunamazsa ismi unutulacak, yüzü silinecek, yaşadığı reddedilecektir insanın. O nedenle gerçek ve sanal alemde, fırsatını bulduğu her yerde yüzünü göstermeli, mal varlığını sergilemeli, fark yaratmalı ve kendisini var eden ötekini alt etmelidir –tıpkı yanı başındaki öteki gibi.

Ancak hiçbir ego, varken yok olmayı kabullenemez. Bu nedenle yok olmamak için her yol mübah addedilir. Yalan, riya, gammazlama, arkadan dolanma, haksızlık, adaletsizlik, egemene yanaşma, sivil ölüme terk edilenleri yalnız bırakma... tüm bunların hepsi, adsız kalıp yok olmamak için rasyonalize edilir.

Ve işte tam da bu cangılda, kaybetmenin sınırında yaşama tutunmaya çalışan ya da tutunduğu yerde her daim düşme korkusu yaşayan çocukların bilinçdışına seslenir baba: "Büyük Düşün"

"Sen Türkiye’sin Büyük Düşün"!

Baba, adına neoliberalizm denilen ve insanı öğüten bu devasa çarkın içerisinde yok olma korkusuyla yaşamını sürdürülenlerin inanacakları bir vaade ihtiyaç duyduğunu bilir. Bu nedenle babanın "Büyük Düşün" çağrısı, kimsesizlerin kimsesi olamamış bir cumhuriyette, gerçekliği değiştirmeye muktedir olamadıklarını düşünenler için yaşam umududur aslında.

Umut yaratan bu vaadin yalan olması, yok olmanın, unutulmanın ve düşmenin sınırında yaşayanlar için zerrece önemli değildir. Aksine bu sesin yalan olduğunu göstermeye kalkışanlara yıkıcı tutumlar sergilenir. Orta yerdeki kocaman yalan görülmek, duyulmak ve bilinmek istenmez.

Çünkü uçurumun kenarında ya da dibinde yaşamaya çalışanların, bu vaadin yalan olduğunu kabullenmeye tahammülleri yoktur.

Çünkü onlar, sınırda yaşayan ve yaşamın sert gerçekleri karşısında yorulmuş ve tükenmiş bedenlerdir. Yalan bile olsa 'hayallerin gerçek olduğu' bir dönemi yaşamak ve soluk aldıkları cehennemden ve düşme korkusunda kurtulmayı ümit etmektedirler.

Hal böyleyken, ümidin işkenceyi uzatan en büyük kötülük olduğu gerçeğini nasıl kabullenebilirler ki.

İşte bu ruhsal iklim ve algıda, babanın her boy gösterişi ve kendisine "hayaldi gerçek oldu" diyerek her seslenişi, en diptekilere bugün olmasa da bir gün mutluluğa ulaşacakları anlamına gelmektedir.

Onlar çok açık ki; neoliberal dünyanın toplumu atomize ettiği, herkesi yalnızlaştırdığı, herkese parası kadar insan muamelesi yaptığı bir dünyada, dünün büyük ataerkil ailesi gibi, acıyı, derdi, tasayı ve sevinci birlikte yaşayabilecekleri 'muhteşem yüzyıl'ı aramaktadırlar. O nedenle dünün imparatorluk hikâyelerinin, bugün, dünün gerçeklerinden kopartılmış biçimde popüler kültür aracılığıyla dolaşıma sokulmasına dört elle sarılmaktadırlar. Ama bu sarılış, Osmanlı’nın yeniden var olması için değildir elbette. Aksine bugünün kaybedenleri, anlatılan güçlü imparatorluk hikâyesinin bir parçası olma fantezisi kurmaktadırlar sadece.

Onların tek istekleri, kapitalizmin tuz buz ettiği ruhlarının ve ezip geçtiği var oluşlarının acısını, bizzat kendileri olmasa bile, kendileriyle özdeşleştirebilecekleri birisi aracılığıyla azaltmak, kimsesizleri görmeyen bu Cumhuriyet’te belki de ilk kez ayağa kalmak, sisteme karşı diklenmeden dik durabilmek ve çocuklarına anlatacakları bir başarı hikâyesi yazmaktır.

Baba da yokluğun sınırında yaşayanların bu fanteziyi olan ihtiyacını bilmekte ve inandırıcılığının yok olduğu şu günlerde Kanal İstanbul’la, yerli ve milli arabayla, Suriye politikasıyla, dünün imparatorluk topraklarına asker göndermekle bu fanteziyi beslemeye çalışmaktadır.

2020’de "Baba"nın tek umudu

Ancak ne çare ki, Kanal İstanbul sayesinde inşa edilecek akıllı kentin sakininin kendisi olamayacağını gördüğünde, üst segment bir araç olarak üretilmesi planlanan yerli ve milli arabayı satın alamayacağını idrak ettiğinde ve milli arabanın ihtiva ettiği akıllı teknolojinin evde de akıllı çamaşır – bulaşık makinesi ve buzdolabının olması gerektirdiğini fark ettiğinde "Büyük Düşün" fantezisi de çökecektir.

Zaten Saray mahfillerinde uzun bir süredir sergilenen kibir, ihtişam ve debdebenin nicedir rahatsız ettiği iç dünyası, önümüzdeki dönemde yıkılan fantezisi eşliğinde kolaylıkla kontrol altına alınamayacak bir öfkeyi kışkırtacaktır –elbette anlattığına inanılan yeni bir hikâye anlatıcısı olursa

Pekiyi ama "kendisi iyi de çevresi kötü" yalanına inanmaya devam edecek midir? Sorunun yanıtını vermek kolay değil. Ama bir gerçek var ki; babanın "Büyük Düşün" söylemi ne kadar fanteziyse, asgari ücretin açlık sınırının altında belirlenmesi o kadar gerçektir. Öyle ya ne de olsa, Türk-İş’in dahi "Mevcut koşullarda bir işçi bu rakama 30 gün değil, 10 gün bile geçinemez" dediği asgari ücreti, "Bu çark dönecek arkadaş" diyerek bizatihi baba belirlemiştir.

Hasılıkelam; 2020 yılı itibariyle babanın tek umudu, inşa ettiği çarkın dişlileri arasında yok olmamak için uydurduğu "Büyük Düşün" fantezisine inanan çocukların, baş edemediği hakikatleri bilinçdışına bastırarak ayakta kalabilmek için birbirlerinin üzerine basmaya devam etmesidir.

El-Hak doğrudur; insan baş edemediği toplumsal hakikatleri, yüzleşemediği suçları, korkuları ve komplekslerini bilinçdışına bastırır ve bastırdığı oranda da düzenin devamını sağlar. Ama bilmelidir ki baba, her bastırılan, er ya da geç, bir gün çıkıp gelecektir. Hem de nasıl bir geliş; bastırılma ne kadar derin ve ne kadar şiddetliyse o oranda büyük bir gürültüyle...

Ne dersiniz, belki de son günlerde babanın yaşadığı telaşın ve alelacele fantezi üretmeye çalışmasının nedeni gelenin ne olduğunu anlamasındandır, kim bilebilir?

Yaşayıp göreceğiz...


(Referans: U. Karasu & O. Elbek, "Baba"ya Dair, Birikim, Sayı 272, Aralık 2011.)