İntihar, bu topraklarda hiçbir zaman günümüzdeki kadar politikleşmedi.
Foucault, hepimize modern liberal devlet düzeninde yaşamın iktidara hangi yollarla tabi kılındığını göstermişti. Oysa Türkiye denilen cehennemde nekropolitikayı yaşıyoruz.
Pekiyi ama ölüme koşanların katilleri kimler?
Hukuku iptal ederek, egemen sesin dışındaki her görüşü kriminalize ederek, herkesi memleketin ve ideolojilerinin sınırlarına hapsederek ülkeyi koca bir "istisna mekânı"na dönüştürenlerin yaşanan ölümlerde hiç payı yok mu?
Görmek zorundayız ki; yalnızca yoksulluktan dolayı intihar etmiyor insanlar. Dokunmanın, sarılmanın, omuz omuza yürümenin, dayanışmanın, itiraz etmenin, tepkiyi dile getirmenin, öfkeye ses vermenin yasaklanması daha kritik. Çünkü yoksulluktan çok kimsesizlik, güvencesizlik, ayazda aç açık bir başına bırakılmak ve dışlanmak ölümü var ediyor.
Pekiyi hal böyleyken; sizce "2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı", sosyal güvenlik ve sosyal koruma konusuna nasıl bakıyor?
"Genç ölümlerin sıcaklığı daha soğumamışken siyaset konuşulur mu" diyenleri duyar gibiyim. Ama belki tam da siyaseti konuşmanın zamanıdır. Çünkü özellikle gençlerin ve kadınların ölüme mahkûm edildiği bir ülkedeki sorunlar, iyi niyetli hayır işleri ile düzelemeyecek kadar bozulmuştur.
Sosyal güvencesizlik
Emekli Sandığı, Sosyal Sigorta ve Bağ-Kur'un, Sosyal Güvenlik Kurumu adı altında birleştirilmesi, ülkenin yurttaşları arasında istihdam biçimine göre yapılan ayrımcı uygulamaları ortadan kaldırdığı ve "herkesi" tek bir güvence sisteminde eşitlediği için olumluydu.
Ancak 2020 Programı, Türkiye'deki sigorta sisteminin "herkesi" kapsamına almadığını ifade etmekte. Gerçekten de bugün itibariyle yurttaşların yüzde 14,4'ü sosyal güvence koruması dışında.
Yani 2020 yılı itibariyle 11 milyon 807 bin 378 kişi sosyal güvence kapsamı dışında bir başına...
Öte yandan Türkiye'de sağlık hizmetlerine ulaşmak için yasanın amir hükmü olarak "prim borcu olmama" gibi kabul edilmez bir şart mevcut. Her ne kadar bu şartın uygulaması, 7 Ocak 2020 tarihinde yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla 2020 sonuna kadar ertelenmiş olsa da yasal hüküm olarak Demoklesin Kılıcı gibi yurttaşların sağlık hakkının üzerinde sallanıyor.
Özetle bu ülkede herkesi güvenceye alan evrensel sağlık hizmet sunumu bugün itibariyle yok.
Öte yandan 2020 Programı, kayıt dışı (resmi) istihdamın yüzde 33,4 olduğunu ve sigorta sistemindeki aktif / pasif oranının yıllar içerisinde düştüğünü ve dahası bu düşüşün devam edeceğini ifade etmekte.
Başka bir ifadeyle; sosyal sigorta sistemi herkesi kapsamına almadığı gibi bugün itibariyle emeklilik açısından sürdürülebilirlik sınırlarını zorlamakta...
Bu sorunlar yetmezmiş gibi 2015 – 2018 döneminde toplam sağlık harcamalarının GSYH'ya oranı da istikrarlı biçimde azaltılarak yüzde 4,4'e düşürüldü (2015'de yüzde 5,4 idi).
Daha kötüsü 2020 Programı, Sosyal Güvenlik Kurumu'na yapılan bütçe transferlerinin GSYH'ya oranının 2018 yılında yüzde 4 olduğunun altını çizerek, 2020'de bu değerin ancak yüzde 4,5 olacağını öngörmekte.
Yani, bu cümlelerin yurttaşlar için anlamı; önümüzdeki yıllarda sağlık hizmetlerine ulaşmak için hepimizin daha fazla elini cebine atacak olmasıdır.
"Zaten hali hazırda yeterince atmıyor muyuz?" diyenleri duyar gibiyim. Evet aslında bu tepkilerinde haklılar. Çünkü bu ülkede 2018 yılı itibariyle, yatırım dışı sağlık harcamalarının yüzde 72,1'ini doğrudan yurttaşlar karşıladı. Öte yandan prim ve cepten ödeme biçimleriyle kişilerin oluşturduğu bu kaynağın sağlık alanındaki yatırım harcamaları için kullanımı da yıllar içerisinde artarak 2018 yılında yüzde 30'a ulaştı.
Türk Tabipleri Birliği'nin açıkladığı gibi; Türkiye'de, 2018 yılında kişi başına düşen ortalama sağlık harcaması 2.030 TL'dir. Bu harcamanın yüzde 70'ini (1.411 TL) kişiler kendileri karşılamıştır (Türk Tabipleri Birliği, Türkiyenin Sağlığı-2019 Raporu).
Başka bir ifadeyle; Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan insanlar, prim ve cepten ödemeler yoluyla sağlık alanındaki yatırım dışı sağlık harcamalarının yaklaşık üçte ikisini, yatırım harcamalarının ise üçte birisini devletten hiçbir katkı almadan kendileri karşılamakta. Kayıtdışı (illegal) cepten ödemelerse bu hesabın dışında. Çünkü onlar piyasanın aktörlerine sunulan bir "bonus"...
Bu ortamda "Devlet nerede?" diye soran var mı bilmiyorum. Ancak siyasi iktidarın, devletin sol eli olan sosyal güvenlik ve sosyal koruma uygulamalarından ziyade, sağ eli olan cop, gaz, gözaltı ve tutuklama faaliyetlerini tercih ettiği aşikar. Çünkü çok açık ki 2020 Türkiye'sinde var olan siyasi iktidar, toplum üzerinde kurduğu hegemonyasını yitirmiş ve cenaze törenini olabildiğince geciktirmek için zor uygulamalarını devreye sokmuştur.
Kadınlar ve gençler
Pekiyi ama Türkiye Cumhuriyeti yurttaşların bu finansman biçimini sürdürebilme imkânları var mı?
İşte ekonomik kriz bu açıdan çok kritik ve önemli. Çünkü Türkiye'de sağlık hizmetleri büyük oranda yurttaşın katkılarıyla sürdürülüyor. O nedenle söz konusu kaynak havuzunda ekonomik krizin bir sonucu olan işsizliğin yol açacağı kayıp sağlık hizmetlerine ulaşımı çok kötüleştirebilir.
Ekonomik krizin etkisinin her yerde yakından hissedildiği bu ortamda 2020 Programı, Türkiye'de istihdam oranının 2018 yılı itibariyle kadınlarda yüzde 29,4 olduğunu belirtiyor. Avrupa Birliği ülkelerinde bu oranın yüzde 48,3 olduğu dikkate alındığında, kadın işsizliği ve dolayısıyla yoksulluğunun Türkiye için önemli bir sorun olduğu görülebilir.
Öte yandan 2020 Programı, 15 – 24 yaş arası genç işsizliği oranının, 2018 yılı itibariyle yüzde 20,3'e, Temmuz 2019 dönemi itibariyle de yüzde 27,1 gibi çok yüksek bir düzeye ulaştığına işaret ediyor.
Ayrıca Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan Kazanç Yapısı Araştırması bulgularına göre; üniversite mezunu bir çalışan, 2014 yılında, lise mezunu bir çalışana göre yüzde 131 oranında dafa fazla maaş alırken, 2018 yılında bu oran yüzde 86'ya düştü.
Yani 2014 – 2018 yılları arasındaki dönemde, dört yıllık üniversite mezunu ile lise mezunu arasındaki maaş farkı azaldı. Ancak bu durumun nedeni lise mezunu çalışanların daha yüksek ücret almasından kaynaklanmadı. Aksine geçen bu dört yılda gençlerde artan işsizlik sorunu, üniversite mezunu grubu da derinden etkileyerek bu gruptaki çalışanların maaşını düşürdü ve bu azalma, onların maaşını, lise mezunu çalışanların aldıkları düşük ücrete yaklaştırdı.
Başka bir ifadeyle; Türkiye'de çalışanlar, eğitim durumlarından kısmen bağımsız olarak dipte eşitlenmeye başladı.
Sosyal korumasızlık
Pekiyi ya devletin müşfik eli olan sosyal yardımlar...
2020 Programı, 2018 yılı itibariyle göreli yoksulluk oranının mevcut ekonomik kriz ortamında azalarak yüzde 21,2'ye gerilediğini, ama aynı zamanda en zengin yüzde 20'nin gelirden aldığı payın geçtiğimiz on yılda 46,7'den 47,5'e yükseldiğini ifade ediyor.
Öte yandan bu durum Gini katsayısının düştüğü, yani gelir dağılımı eşitsizliğinin azaldığı anlamına gelmiyor. Aksine 2018 yılında Gini katsayısı, son yıllardaki göreli iyileşmenin tersine son on yılın en yüksek düzeyine ulaşmış durumda.
Bununla birlikte P80 / P20 oranı 2008'de 8,1, 2017'de 7,50 ve 2018'de 7,8 oldu. Yani en zengin ve yoksul iki grup arasındaki eşitsizlik 2017'ye kadar azalırken, 2018'de yeniden aradaki makas açılmaya başladı.
Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) verilerine göre ise Türkiye, 2017 yılı itibariyle, 34 Avrupa ülkesi arasında gelir dağılımı eşitsizliği sıralamasında Sırbistan'ın ardından en kötü ikinci ülke konumunda. Ayrıca Eurostat, 2020 Programı'nın aksine, 2017 itibariyle Türkiye'de P80 / P20 oranının 8,7 olduğunu bildirmekte –ki bu açıklama da Türkiye'nin resmi verilerinin doğruluğunu sorgulatıyor.
2020 Programı'nın toplumsal eşitsizliği ölçen Gini katsayısı için ulaşmak istediği hedef ise, son yıllardaki göreli iyileşmelerin aksine on yıl önceki düzey olarak belirlenmiş durumda.
Başka bir ifadeyle; orta-alt sosyoekonomik grupların, son on yıldaki göreli ekonomik kazanımlarını ve göreli daha az eşitsizlik halini 2020'li yıllarda unutmaları gerek.
Zaten yakın zaman önce Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk'un, "İşçilerimizi enflasyona yedirmedik" retoriği ile açıkladığı asgari ücret düzeyinin Türk-İş'i dahi memnun etmemesi ve toplantıya katılan Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Nazmi Irgat'ın "Mevcut koşullarda bir işçi bu rakama 30 gün değil, 10 gün bile geçinemez" diyerek toplantıyı terk etmesi, ancak partili Cumhurbaşkanı'nın "Bu çark dönecek arkadaş" diyerek belirlenen asgari ücretin arkasında durması; önümüzdeki dönemde çarkın kimin üzerinden döneceğini ve bu bağlamda orta-alt sınıfların ekonomik açıdan girecekleri darboğazı gösteriyor.
Öte yandan Eurostat verileri, Avrupa'da en yüksek asgari ücretin 2 bin 71 Euro ile Lüksemburg'da, en düşük ücretin ise 211 Euro ile Arnavutluk'ta olduğunu, 2019 yılı itibariyle Türkiye'deki asgari ücretin ise tarihsel olarak uzun yıllar boyu önünde yer aldığı Doğu Avrupa ülkelerinin dahi gerisine düştüğüne işaret ediyor:
2020 Programı ise artan toplumsal eşitsizlik ortamında yaşama tutunmaya çalışanlara ne yazık ki gelecek açısından "pembe bir tablo" çizmiyor. Çünkü programda da ifade edildiği üzere; 2016 – 2018 döneminde sosyal yardım alan kişi sayısı artarken, yani toplum daha da yoksullaşırken, bu artan nüfus için verilen sosyal yardımların GSYH'ya oranı yıllar içerisinde azalmış durumda.
Özetle; yıllar geçtikçe daha çok kişi, ülkenin ürettiği zenginliğin daha azıyla hayata tutunmaya çalışıyor.
Sözün sonu
Belki bu veriler, son günlerde artan intihar olaylarını daha iyi anlamamızı sağlayabilir.
Belki bu veriler, Şehir ve Güvenlik Sempozyumu'nda dile gelen "Artık (...) içerideki düzeni de sadece kolluk gücüyle sağlayamayacağımız bir yere gelmiş durumdayız. Yeni fikirler geliştirilmeli" sözlerini daha iyi anlamamızı sağlayabilir.
Gencecik insanlar ve aileler sosyal korumasızlığın bağrında ölürken kimin düzenini ve güvenliğini kimden koruyacağız?
2020 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı, Türkiye'ye istikrar getireceğini iddia eden "Cumhur Rejimi"nin, sosyal güvenlik ve koruma alanlarında büyük bir istikrarsızlık, yoksulluk ve dışlanmaya neden olduğunu kanıtlıyor. O nedenle 2020'de cop, gaz, gözaltı ve tutuklama dörtlemesinden ziyade gelir, kadın, barış ve demokrasi diyen bir siyasi iktidara ihtiyacımız var.
Hal böyleyse son sözü Sennur Sezer'e bırakmak gerek:
"Tırnaklarını etine geçir bağırma
Isır kanat dudaklarını parçala
Bırakma yaşamayı bırakma umudu
Daha çok yok sabaha..."