Örsan K. Öymen

24 Ağustos 2012

Ramazan TV

Bu Ramazan’da da, Türkiye’deki ulusal ve yerel televizyonların büyük çoğunluğu, özel Ramazan programlarına...

Bu Ramazan’da da, Türkiye’deki ulusal ve yerel televizyonların büyük çoğunluğu, özel Ramazan programlarına çok geniş yer ayırdılar. Sadece dinci olarak bilinen televizyon kanalları değil, laikliği savunmak iddiasında olan televizyon kanalları da, ekranları, din içerikli programlarla donattılar. Hangi kanalı açsak, dini mesajlar veren bir program ile karşılaştık.

Temel insan hakları ve demokrasi alanında da, ekonomik alanda da, Türkiye’nin çok daha ilerisinde olan ülkeler hangileri? Avrupa Birliği ülkeleri, ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkeler. Bu ülkelerin en önemli dini bayramları olan Noel veya Paskalya sırasında, televizyonları açın, dini içerikli programa zor rastlarsınız. Gecenin ilerleyen saatlerinde, o bayramın anlam ve önemini anlatan birkaç programa denk gelirsiniz, o kadar. O da sadece belli başlı kanallarda. Bizdeki gibi, televizyon kanalları topluca, dini bir kasırgaya tutulmaz.

Acaba neden?

Çünkü gelişmiş bir ülkenin televizyon kanalları, din propagandası için kurulmuş kanallar değildir. Bu ülkelerde insanların bir kısmı, hatta yarısı veya çoğunluğu, dindar olabilir; ancak bu, kendileri içinde, özel ve öznel bir konudur. Bir televizyon kanalı, haber programı veya belgesel program yayınlar gibi din programı yayınlamaz; din kitaplarının tezlerini, tartışmasız bir olgu gibi ortaya koymaz.

Bizde ise tam tersi. Programların içeriğine baktığınızda, genellikle bir İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi veya bir Müftü veya bir İmam veya bir dini cemaat üyesi, Kuran’ı Kerim’den ayetler okuyor, bu ayetlerin anlamına dair sözler sarfediyor ve bunları, sanki tartışmasız gerçeklermiş gibi, uzun uzun, olgusal bir formatta, saatlerce anlatıyor.

Örneğin, önce bir haber programını açıyorsunuz; programda Suriye’deki çatışmalar, PKK’nın terör eylemleri, Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın, bakanların, siyasi parti liderlerinin açıklamaları, dünyadaki ekonomik kriz, trafik kazaları, cinayetler, Mars’a atılan uydu ve oradan gelen fotoğraflar vs hakkındaki olaylar aktarılıyor; veya bir belgesel programını açıyorsunuz, balinaların üremesi ve göçleri, arslanların ve kurtların avlanma biçimleri, uçakların düşme nedenleri, tarihteki savaşlar hakkındaki olaylar aktarılıyor; arkasından gelen bir programda, birisi çıkıyor, Allah’ın varlığı ve özellikleri, cennet ve cehennem, ruhun ölümsüzlüğü, melekler ve şeytanlar, cinler, kıyamet günü, vahiy ve mucizeler hakkındaki iddiaları, sanki bunlar bir haber programının veya bir belgesel programın olgularıymış gibi anlatıyor.

Ara sıra fonda ruhani bir müzik veriliyor; böylece dinleyiciler daha da çok büyüleniyor. Ara sıra muhteşem doğa görüntüleri veriliyor, böylece doğanın Allah’ın ürünü olduğu mesajı veriliyor. Ara sıra ayetler orijinal dilinde, Arapça okunuyor, böylece dinleyici, konuğun, bilgili bir alim olduğundan emin oluyor. Ne de olsa alim efendi onun anlamadığı bir şeyler anlatıyor ve ondan daha çok şey biliyor. Eğer sunucu-konuk, soru-cevap formatında bir programsa, sunucu, büyük bir yalakalık, hayranlık ve tapınma edasıyla, alim efendiye sorular soruyor; böylece dinleyici de, sunucunun etkisiyle, alim efendiye tapınma pozisyonuna geçiyor.

Sanki o ruhani müzik çalınca, anlatılanlar bir anda gerçek oluyor; sanki alim efendi kendinden son derece emin ve sakin bir ses tonuyla konuşunca, hitabet yeteneğini ortaya koyunca, anlatılanlar bir anda gerçek oluyor; sanki araya Arapça sözcükler ve cümleler sıkıştırılınca, anlatılanlar bir anda gerçek oluyor; sanki sunucu konuğa yalakalık yapınca, hayranlık ifade edince, anlatılanlar bir anda gerçek oluyor.

Aynı şeyler Avrupa’da ve Amerika’da da oluyor elbette; kiliselerde, dini buluşmalarda, hem ilahiler, hem de kimsenin anlamadığı Latince sözcükler eşliğinde, bazı insanlar kendinden geçiyor, öte bir gerçekliğe geçtiği sanısına kapılıyor . Ancak aradaki fark şu ki, Noel ve Paskalya döneminde, Avrupa’da ve Amerika’da, bu ortam, televizyon kanallarını işgal edecek boyutlara ulaşmıyor.

Bizde ise vatandaş, insanın deneyim kapsamında olan olgular hakkında bilgi edindikten sonra, din kitaplarında yazan, ancak kişinin yaşamında hiç bir zaman deneyim etmediği şeyler hakkında saatlerce bir şeyler dinliyor. Haber programında veya belgesel programda, en azından düzgün ve nitelikli bir programsa, aktarılan olayın kendisiyle ilgili ses var, görüntü var; ancak dini programa geçtiğimizde, tek referans noktası ve kaynak, alim efendinin iki dudağının arasından çıkan sözler ve Kuran’ı Kerim’deki ayetler. Alim efendinin huzurlu sesi, ruhani müzikler, muhteşem doğa görüntüleri, Arapça sözler, anlatılanların gerçek olduğuna dair bir sonuca ulaşmamıza yetiyor!

Ramazan ayında televizyon seyreden insanın kafası gerçekten karışır. İnsan olgu ile kurguyu ayıramaz hale gelir, paranoyak-şizofren olur.

Belki de zihinsel paradigmaları saat başı değiştirmek en iyisi. Örneğin haber programı veya belgesel program seyrederken, deneyim ve olgu paradigması devreye girmeli; dini program başlarken, imam-hatip paradigması devreye girmeli; imam-hatip paradigması devreye girdiğinde, alim efendiye, kendi kendine konuşan, olanı değil de, olmasını istediği şeyi olan şeymiş gibi anlatan bir adamcağız gözüyle bakılmalı; sabredilmeli, empati yapılmalı.

Aksi halde din ile bilim, kurgu ile olgu arasında bir ayrım kalmaz. İlahiyatçılar, imamlar, müftüler, cemaat liderleri, falcılar, astrologlar, üfürükçüler, cinciler bilimi kuşatır, bilimi boğar!

Bilimin olmadığı yerde de o ülke batar! O ülke ne demokrasi ve insan hakları alanında gelişir, ne ekonomik açıdan gelişir, ne sanatsal açıdan gelişir, ne felsefi olarak gelişir, ne de sosyal açıdan gelişir. İnanmayan, insanlık ve uygarlık tarihini incelesin yeter! Hatta tek başına Osmanlı İmparatorluğu tarihini bile incelemek yeterli olur!

Türkiye’deki dincilerin ve onlara yaranmaya çalışan sözde demokratların anlamadığı şey şu ki, din, ontolojik ve epistemolojik bir alan değildir. Din, varlık ve bilgi ile ilgili, varlığın bilgisi ile ilgili bir şey değildir. Dinin tezlerini, akıl ve deneyim ile temellendirmek, dinin tezlerini, olgusal bir boyuta çekmek, olanaklı değildir.

Din bir öznel iman konusu olabilir; bazı insanlar dinde kendilerine bir anlam bulabilirler; bazı insanlar dini, bir ruhsal rahatlama veya toplumsal otorite kurma aracı olarak görebilirler; kendi ahlaki değerlerini kendisi yaratamayan, hazır reçetelere alışık bazı insanlar, ahlak sahibi olmak için dine sığınabilirler. Ancak tüm bunlardan, evrenin ve yaşamın Allah tarafından yaratılmış olduğu, Allah’ın, peygamberlerin, cennetin, cehennemin, meleklerin, şeytanın var olduğu, ruhun ölümsüz olduğu, kıyamet gününün geleceği, vahiynin ve mucizelerin gerçekleştiği sonucu çıkmaz.

Bunu söyleyen sadece ateistler ve agnostikler değil; bunu söyleyen sadece Sextus Empiricus, David Hume, Denis Diderot, Baron D’Holbach, Karl Marx, Ludwig Feuerbach, Friedrich Nietzsche, Sigmund Freud, Jean-Paul Sartre gibi ateistler ve dinsiz agnostikler değil. Bunu söyleyen aynı zamanda son derece dindar olan fideistler; yani, Allah’ın varlığı da dahil, dinin tezlerinin, akıl ve deneyim yoluyla bilinemeyeceğini, sadece öznel iman yoluyla dine yönelik bir inanca sahip olabileceğimizi savunan, bilim ile dini, epistemoloji ile dini ayıran, Al-Ghazali gibi, Blaise Pascal gibi, hatta Soren Kierkegaard gibi dindarlar.

Bizim televizyonlara çıkan din starlarının ve alim efendilerin ve onlara bu ekranları açan televizyon yöneticilerinin, bundan bile haberi yok. Alim efendiler her gün saatlerce, din kitaplarının iddialarını, Kuran’ı Kerim’in iddialarını, tartışmasız bir olguymuş gibi anlatmaya devam ediyorlar. Televizyonlar, haber programı sunar gibi, belgesel program sunar gibi, din programı sunuyorlar. Televizyon kanalları Ramazan’da, adeta bir dini propaganda aracına dönüşüyorlar.

Keşke sadece dinciler bunu yapıyor olsalar! Aslen dinci olmayan, ancak medyanın, halkı bilgilendirme ve geliştirme aracı olduğunu unutan, bunun yerine, reytinge, paraya ve popülizme esir düşen, halkçılıkla popülizmi birbirine karıştıran medya da, artık dincilerle aynı kulvarda!

O nedenle umutlar giderek tükeniyor; olumlu yönde olağanüstü bir gelişme gerçekleşmediği sürece,Türkiye Cumhuriyeti’nin çökmesi, kaçınılmaz bir olay olarak karşımıza çıkıyor!